üniversite fiziği etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
üniversite fiziği etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

AYIN BİLİM ADAMINDA BU AY: TAŞKIN TUNA

TAŞKIN TUNA
Taşkın Tuna, bürokrasinin üst kademelerinden gelen bir yazardır. Ankara Fen Fakültesinden Fizik Yük. Müh. olarak mezun oldu. Daha sonra DMİ Genel Müdürlüğüne geçen Tuna, Almanya'da staj ve eğitim aldı. 1969 yılında İngiltere'de Reading Üniversitesinde yüksek lisans eğitimi gören Tuna, burada Master düzeyinde ihtisas yaptı. Yurda dönüşünde ODTÜ'de öğretim görevlisi olarak çalıştı. ABD'de çevre sorunları konusunda da eğitim gören Tuna, 1987-1991 yılları arasında İngiltere'de Avrupa Meteorolojik Tahmin ve Araştırma Merkezinde uzman olarak hizmet verdi. Daha sonra Yurda dönen Taşkın Tuna Çevre Bakanlığına Genel Müdür olarak atandı ve burada da 3 yıla yakın bir süre çalıştıktan sonra emekli oldu.

una’nın ses getiren kitapları arasında, ‘OKU AMA NEYİ’ Şule Yayınları tarafından kısa sürede sekizinci baskısı yapılmış ve geniş bir okuyucu kütlesi tarafından beğeni ile karşılanmıştır.
Taşkın Tuna'nın, 1945-1960 yıllarındaki siyasi çalkantıları kapsayan ‘ADNAN MENDERES’İN ANILARI’ adlı bir kitabı da Şule yayınevi tarafından Ekim 2002 tarihinde basılmış ve çok satan kitaplar listesine girmiştir.
Yazarın SON BASAMAK adlı çalışması, 2003 Nisan ayı ortalarında piyasaya çıkmış ve basında geniş yer almıştır. SON BASAMAK, daha çok bilimsel gerçekleri; bu arada uzay, zaman, yaratılış ve atom altı parçacıkların davranışlarını ele alan bir popüler bilim kitabı olarak değerlendirilebilir.
Tuna’nın 2003 yılı sonlarında çıkan bir diğer kitabı da ‘BİR ELMA İKİ AYNA’ ismini taşıyor. Bu eserde Tuna, asırlara imzasını alan bazı öncü sufîlerin hayat hikâyeleri ile günümüze kadar ulaşan fikir ve düşünce tomurcuklarını sergiliyor.
Taşkın Tuna, ‘BİR ÇARPI BİR’ adındaki eserinden sonra, bu kez Big Bang konusuna el attı. Evrenin yaratılışı, zamanımızdan yaklaşık 14 milyar yıl önce çok sıcak, çok yoğun bir madde ve enerji yumağının, birdenbire uzay boyutlarına taşması ile oluşan kozmik fırtınanın, akıllara idraklere ve zihinlere sığmayacak kadar muhteşem bir mucizenin, imanlı yürekleri titreten esintisidir! OL DEDİ OLDU isimli bu çalışmasından sonra ‘Büyük Patlama’nın ikinci kitabı da okuyucularla buluştu. ‘OL DEDİ OLDU’ ‘ama nasıl oldu?’ İşte bu soruyu ikinci kitapta bulacaksınız. Kara delikler, UFO’lar, uzayda hayat arama girişimleri, paralel evrenler, zaman ve zamanda yolculuk kavramı ve nihayet canlılık. Ve sonra ölüm! Yani kıyamet!
Tuna, 2007 yılında uzun yılların araştırmalarına dayanarak hazırladığı ‘Muhammedi Bilinç’ adlı kitabıyla, maddenin esasını bilinç boyutunun penceresinden bakarak anlatıyor. Madde, enerji, evren, uzay ve zaman konularında alışılmadık bir bilincin varlığı fizikî gerçeklerin nefes kesen yorumlarıyla şekil ve vücud buluyor. Önce ‘hayret’, daha sonra da ‘hayranlık’ vadisinde dolaşmak isteyenlere harika bir yapıt.
Gele gele geldik, 2008 yılına! Muhamedi Bilinç’in ikinci kitabı yerine, “ÖLÜ KÖPEĞİN DİŞLERİ” adlı yeni bir çalışma ile Tuna karşımıza çıkıyor. Sabır, sevgi, hoşgörü, güven, yardımlaşma, dayanışma; özetle İslamî Ahlak anlayışı çerçevesi içinde “sıratı mustakim” istikametinde bulunmak! Biraz zor, ama temiz vicdanlara çok kolay gelen bir çizgi!
Bu çizgide bulunanlar, hep güzel dişleri görürler de ondan!

Taşkın TUna daha sonra "Şeytani Bilinç Muhammedi Bilince Karşı" kitabı ile Sırat-ı Müstakim üzre istikamet almanın yollarını anlatıyor. 
Bu kiatptan sonra "Ol Dedi Oldu 1-2" kitapları ile okurlarının karşısına çıkan Tuna, Yaratılış serüvenini en ayrıntılı bilimsel metotların ışığı altında irdeliyor. Big Bang'ın nefes kesen mucizesi en son kozmolojik verilerle izah ve ispat ediliyor.       




Süleymaniye'nin akustiğini bozdular!


Mimar Sinan'ın yaptığını 100 hoparlörle yapamadılar. Süleymaniye Camii'nin restorasyon çalışması sırasında ses akustiğinin bozulduğu ortaya çıktı. Şimdi her şey sil baştan yapılacak.
İstanbul Müftülüğü'nün raporuna göre Süleymaniye Camii'ndeki akustik problemi; imamın sesi, orijinal akustik ve hoparlörlerden çıkan üç ayrı sesin çakışmasından kaynaklanıyor. 100'e yakın hoparlör kaldırılarak ve halısı değiştirilerek orijinal akustik elde edilecek.

Süleymaniye Camii'nin akustiğinin son restorasyonda tahrip edilerek bozulduğu iddiaları geçtiğimiz günlerde medyada yer almıştı. İstanbul Müftülüğü, iddiayla ilgili vatandaşlardan gelen şikâyetler üzerine detaylı bir araştırma yaptırdı.
 
Araştırmayı yapan bilim kurulunun ön raporuna göre, bugüne kadar yapılan restorasyonlardan olumsuz etkilenen Süleymaniye Camii'ndeki ses problemi; imam, orijinal akustik ve yaklaşık 100 hoparlörden oluşan 3 ayrı ses kaynağının çakışmasından kaynaklanıyor.
 
Ramazan Bayramı'ndan sonra kamuoyuyla paylaşılacağı açıklanan araştırmayı yürüten Galatasaray İletişim Teknoloji Merkezi (İTM) Müdürü Süden Pamir, "Bu akustik, yüzey malzemelerini değiştirerek yok edebileceğiniz bir yapıda değil. Bir restorasyon daha yapılsa bu akustiği yok edemezler." dedi.
 
Pamir'e göre, orijinal akustiğin yakalanması için cami içerisindeki 100'e yakın hoparlörün kaldırılması ve mevcut halının değiştirilerek orijinaline yakın bir halı serilmesi gerekiyor.
 
Kültür ve Turizm Bakanlığı'nın talebi üzerine Mimar Sinan'ın yaptığı camilerle ilgili 1986 yılında kapsamlı bir akustik araştırması yapan Prof. Dr. Mutbul Kayılı, o dönemde yaptıkları ölçümlerde camide homojen ses dağılımlarını tespit ettiklerini söyledi. Kayalı, "Halının değişmesi ya da farklı bir sıvanın kullanılması gibi ufak bir müdahalede bir bozulma olabilir." diye konuştu.
 
Süleymaniye Camii'nde 1985-2005 yılları arasında 20 yıl imam hatiplik yapan Prof. Dr. Süleyman Mollaibrahimoğlu ise caminin akustiğinin dış seslerden etkilendiğini kaydetti. Mollaibrahimoğlu, "Yaz aylarında sabah ve yatsı namazlarında dış sesler az olduğu için mikrofon kullanmıyorduk. Ayrıca, cemaatin bizi daha iyi anlaması için hutbe ve vaazlarda yavaş, tane tane konuşurduk" ifadelerini kullandı.
 
Ses en uzak noktada en yüksek
 
İstanbul Müftülüğü, vatandaştan gelen istek ve şikayetler üzerine Süleymaniye Camii'nin akustiğiyle ilgili 11 Kasım 2011 tarihinde bir çalışma başlattı. 30 kişilik bir ekibin 9 aydır sürdürdüğü çalışmada sona gelindi. Araştırmayı yürüten Galatasaray İTM Müdürü Süden Pamir'in verdiği bilgilere göre araştırmanın bulguları arasındaki en dikkat çekici nokta, caminin kendine özgü doğal bir anfi, hoparlör ve katı bir iletişim yöntemine sahip olması.
 
Akustiğin belli notalara cevap vermesi sebebiyle imamın okuduğu sûrenin makamı ve notasına göre duyulan ses yükseliyor ya da azalıyor. Normalde en güçlü ses kaynağa yakın noktadan duyulurken bu durum Süleymaniye'de tam tersine işliyor. İmamın sesi en yüksek caminin en uzak noktası olan 68 metreden duyuluyor. Mimar Sinan'ın akustik kurgusundaki özellik sebebiyle cami içerisinde insan sesi dışında oluşan sesler hapsediliyor. Böylece imamın sesi mihrapta Kur'an okurken diğer seslerden etkilenmeden cemaate ulaşıyor.
 
Kaynak: Zaman
 


Asansör Düşerken Zıplanılsa Ne Olur ?



Düşünün ki, asansörünüz bozuldu ve 60-70 km/saat, yani saniyede 18 metre hızla düşüyor. Siz de son saniyede yukarı zıplıyorsunuz. 

Yukarı zıplamanız olsa olsa saniyede 4-5 metre hızla olabilir. Yani siz yine de yaklaşık saniyede 13-14 metre hızla yere düşmeye devam ediyorsunuz.
 
İster saniyede 18 metre, isterse 13 metre hızla yere düşün, sonuç fark etmez.

Sizi yerden kazımak zorunda kalabilirler. Lütfen panik yapmayın, asansörü tutan tek bir kablo değildir, en azından 5 veya 6 kablo vardır. Bu kabloların her biri tek başına asansörün ağırlığını taşıyabilir.
 
Diyelim ki, bu kabloların hiçbiri görevini yapmadı, asansörü durduracak bir başka fren donanımı daha vardır. Hatta bazı asansör boşluklarında ilaveten yaylı veya yağlı, hayati tehlikeyi önleyecek özel sistemler de bulunur.
 
Bu sistemlerin hiçbiri çalışmazsa yine de iyimser olmaya çalışın, hiç olmazsa hayatınızda bir kere, hiçbir katta durmadan doğrudan zemine inmiş oluyorsunuz!
 
risale ajans

Bulutlar Nasıl Oluşur?


Tepenizde gördüğünüz orta büyüklükte, yaklaşık l kilometre çapındaki bir bulutun hacmi 4 milyar metreküptür ve içinde l -5 milyon kilogram su vardır. 

Peki nasıl oluyor da bu kadar su başımıza kovadan dökülür gibi dökülmüyor, bu kadar tonlarca ağırlık havada durabiliyor? Gerçekten bulutlar gökyüzünün inanılmaz ve harika süsleridir.

Hiçbir bulut diğeri ile şekil ve hacim olarak aynı değildir. Çünkü oluşumlarına etki eden hava akımları, sıcaklık, basınç, havadaki toz miktarı v.b. gibi o kadar çok etken vardır ki, çok değişken olan atmosferde iki yerde bütün bu şartlan eşit olarak sağlamak mümkün değildir.
 
Isınan yeryüzünden buharlaşan su, havadan hafif minik su buharları şeklinde doğruca gökyüzüne yükselir. Belirli bir yükseklikte basınç azaldığı, hava da soğuduğu için minik su damlacıkları haline geçerler ve bulutları oluştururlar. Başlangıçta bu damlalar o kadar küçüktür ki, çapları birkaç mikrometredir, (insan saçı 100 mikrometredir.) Ortalama bir yağmur damlasının oluşabilmesi için bunlardan milyonlarcasımn birleşmesi gerekir.Bulutların bu kadar ağırlığa rağmen gökyüzünde asılı kalabilmelerinin sebebi bu damlacıkların çok küçük olmalarıdır.

Her ne kadar bir kilometre çapındaki bir bulutta en azından 1.000 ton su varsa da bu hacimdeki hava 1.000.000 tondur, yani bin kez daha ağırdır. Bu nedenle de bulutlar içerlerindeki yağmur taneleri iyice oluşup, ağırlaşıp yere düşene kadar tepemizde gezinip dururlar. Aslında yağmur yağarken yağmur damlası oluşma işlemi devam ettiğinden bulut içindeki suyu boşaltıp bir anda kaybolmaz.
 
Bulutun oluşumunda başlangıçta oluşan su damlacıkları o kadar küçüktür ki, üzerlerine gelen ışıkları doğrudan yansıtırlar ve bu tip bulutlar pamuk gibi beyaz görünürler. Su damlacıkları birleşip büyüdükçe, yani kalınlaştıkça ışığı daha az yansıtırlar, bu nedenle de yağmur bulutları daha koyu, gri hatta siyaha yakın renkte görünür. Gittikçe büyüyerek ağırlaşan bu damlalar bulutun altında toplandığından, bu tip bulutların tabanları üst taraflarına nazaran daha koyu renktedirler.
 
Havadaki sıcaklık yatay olarak genellikle aynıdır. Bu nedenle havanın içine suyu alabileceği yükseklik yatay olarak hemen hemen aynı olduğundan bulutların altları daha düzdür. Bulutun ortası ile üst kenarı arasındaki ısı farklı olduğu ve üst tarafında su damlası oluşumu devam ettiği için üst taraflar kıvrımlıdır.
 
Bulutlar şekillerine ve yüksekliklerine göre sınıflandırılırlar. Genelde üç ana grupta toplanırlar. Bu sınıflandırmaya göre, ince, tutam tutam, ufak bulutlara 'sirüs', kümeler halinde olanlara 'kümülüs', ufukta tabaka halinde görünenlere de 'stratus' deniliyor. Ayrıca iki tane de yükseklik kategorisi var. Bulutun tabanı yerden 2.000 - 6.000 metre yükseklikte ise ön ismi 'alto', 6.000 metreden daha yükseklikte ise de 'sirro' oluyor. Yağmur bulutlarına da diğerlerinden ayırmak için 'nimbo, nimbus' gibi isimler ekleniyor.

risale ajans


Elektrik İnsanı Nasıl Çarpıyor?



İnsanların elektriğe çarpılmaları onun bir iletkeni haline gelmelerinden oluyor. Sıvılar iyi iletkendirler, yani elektriği iyi iletirler. Vücudumuzu içi sıvı dolu bir kap olarak düşünürsek, bütün koruma görevi derimize kalıyor. O da vücudumuzun her tarafında aynı kalınlıkta değil. Islanınca o da iletkenleşiyor, hele üzerinde bir yara varsa direnci tamamen yok oluyor.
 
Evlerimizde 220 volt ve 50 Herz akım daima vardır. Ne kadar ilginçtir ki, bir elektrik akımının insana en tehlikeli frekans aralığı 50 - 60 Hz.dir. Elektrik akımını evimizdeki su tesisatına benzetebiliriz. Suyun basıncı neyse 'Volt' ta odur. 'Amper' de suyun miktarının karşılığıdır.

Elektriğe çarpılmada süre de önemlidir. Süre uzarsa deride yaralar oluşur ve elektrik bu yaralardan daha çabuk geçer. Derimizden geçen elektrik akımı derhal sinir sistemimizi etkiler. Beyindeki nefes alma merkezini felç eder, kalbin ritmini bozar hatta durmasına neden olur. Elektrik çarpmasının sonucu genellikle kalp durması olduğu için ilk yardım da ona göre yapılmalıdır. Elektriğe nereden çarpıldığımız da önemlidir.

Elektriğin elden ele veya elden ayağa geçmesi aradaki hayati organlarımıza zarar verebilir.

Elektriğe çarpılınca şoka girmemizin nedeni kendi elektriği-mizdir. Sinir sistemimizin ürettiği elektrik ile dışardan çarpıldığımız elektrik karşılaşıp iç içe girince vücudumuzda kasılmalar ve titremeler yaratıyor.
 
Elektrik çarpmasında voltajın değil de akımın şiddetinin yani amperin önemli olduğu ileri sürülüyor. Bu konuda elektrik mühendisleri ile fizikçiler arasında görüş ayrılığı var. Zaten elektriğin kendisinin de tam bir tanımı yapılmış veya tek bir tanım üzerinde uzlaşma sağlanmış değil.
Elektriğin öldürücü gücünün voltaj değil de akım miktarı olduğunu öne sürenlere göre akım doğrudan kalbi etkiliyor.

Bu düşünüşe göre l ila 5 miliamper akımın vücutta hissedilme seviyesi; 10 miliamperde acı başlıyor; 100 miliampere gelince sinirler reaksiyon gösteriyor ve 100-300 miliamperde şok oluşuyor. Tabii bütün bu değerlendirmeler tam bir bilimsel sınıflandırma değil. Yani tuzlu bir suyun içinde iseniz, cereyan tüm vücudunuza birden değeceğinden mili değil mikroamper seviyesinde bile bir akımdan zarar görebilirsiniz.
 
Elektriğe çarpılanlar eğer ölmezlerse, genellikle hayatlarının geri kalan kısmını bu olayın izi kalmadan, problemsiz olarak yaşayabiliyorlar. Ama az miktarda da olsa sinir sistemi üzerinde hasar bırakabiliyor. Elektrikten çarpılıp şoka girenlere de, kalp ritmini düzenlemek için yine elektro şok uygulanıyor.
risale ajans


Arzın Merkezine Seyahat Nasıl Olurdu?


Eğer dünyanın merkezinden geçen ve öbür tarafa açılan bir kuyu kazabilseydik ve de bu kuyunun ağzından içeri atlasaydık ne olurdu?
 
Kesin olan bir şey var ki, dünyanın merkezine ulaştığımızda, erimiş magma içinde eriyip yok olacaktık. Biz yine de magmayı ve hava sürtünmesini unutup, bu boş kuyuda yapacağımız yolculuk nasıl olurdu, ona bakalım.
 
Dünyanın merkezine ulaştığımızda ağırlığımız sıfırlanırdı. İnsanı dünyanın merkezine çeken yer çekimi bu noktada her yönde aynı olduğundan, ağırlığımız sıfır olur, ama ilk hızla merkezi geçer öbür uca doğru seyahate devam ederdik.

Kuyudan atladığımızda süratimiz gittikçe artar, merkezi geçtikten sonra gittikçe yavaşlamaya başlar, kuyunun öbür ucunda, yani başladığımız noktadan yaklaşık 13.000 kilometre sonra hızımız sıfırlanır, kuyunun kenarına iyi tutunamazsak, gerisin geriye düşer ve bu hareket kuyunun iki ucu arasında sonsuza kadar devam ederdi.
 
Ama unutmayalım ki, başlangıçta hava sürtünmesini hesaba katmadığımızı söylemiştik. Sürtünme nedeni ile her seferinde merkezden daha az uzaklaşır ve sonunda merkezde hareketsiz kalırdık. Siz, siz olun, her gördüğünüz kuyunun içine atlamayın!


Floresan Lambalar Neden daha Ekonomiktir?


Floresan lambalar ilk olarak 1939 yılında, NevvYork Dünya Fuarı'nda 'General Electric' tarafından sergilendi.

Amerikan evlerinin elektrikle aydınlatılmasından yaklaşık 60 sene sonra ortaya çıkan floresan lambanın bilinen ampul ile savaşı günümüze kadar sürdü.
 
Aynı evin içinde banyoda yumuşak ışığı ile floresan galip gelebilirken, yatak odasında mücadeleyi romantik ışığı ile ampul kazandı. Uzun mücadele sonunda zafer floresanın oldu. Bunun esas sebebi ise evlerdeki tercihin değişmesi değil, elektrik giderlerinin azaltılması gereken yoğun yaşamın olduğu işyerleri ve okullardı.

18 Watt'lık bir floresan lamba, 75 Watt'lık bir ampul kadar ışık verebilir. Yani floresanlar daha az enerji harcayıp, daha çok ışık verirler, yaklaşık yüzde 75 enerji tasarrufu sağlarlar. Piyasa satış fiyatları daha yüksektir ama en az on misli daha uzun ömre sahiptirler. Işık tek bir noktadan değil de tüpün her tarafından geldiği için daha fazla dağılır. Mavimsi ışıkları daha yumuşaktır ve gözleri yormaz.
 
Floresan lambalarda, elektrik düğmesine basıldığında, trans-formerden geçen elektrik, tüpün bir ucundaki elektrottan diğerine bir ark oluşturur. Bu arkın enerjisi tüpün içindeki cıvayı bu-harlaştırır. Bu buhar elektrik yüklenerek gözle görülmeyen ült-raviyole ışınları saçmaya başlar. Bu ışınlar da tüpün iç yüzeyine kaplanmış olan fosfor tozlarına çarparak görülen parlak ışığı oluşturur.
 
Floresan lambalar ilk açılışları sırasında çok elektrik çekerler. Halbuki bu miktarda enerjiyi bir saatlik açık durumda ancak harcarlar. Ayrıca çok sık açıp kapama ile ömürleri de kısalır. Örneğin tipik bir floresan lamba devamlı açık bırakıldığında 50.000 saat çalışabilir. Üç saatlik aralarla kapanıp açıldığında ömrü 20.000 saate düşer. Sonuç olarak floresan lambaları bir saat sonra açacaksanız hiç kapatmamanız daha ekonomik olabilir. Normal ampullerde açıp kapamanın ciddi bir etkisi yoktur.

Bazı insanların floresan tipi ışıklara duyarlıkları vardır. Aslında ayırt edemeyiz ama floresanın ültraviyole içeren arkı saniyede 120 kez çakar. Işığın bu frekansı bazı insanlarda migren denilen baş ağrıları yaratabilir. Bu titreşimleri lambaya doğrudan baktığınızda göremezsiniz ama gözünüzün köşesinden baktığınızda görebilirsiniz.
 
Evlerdeki çiçekler genellikle yeşil yapraklı olup, ışığın kırmızı ve mavi kısmını absorbe ederler. Mavi onlar için özellikle önemlidir. Ampul ışığında mavi renk çok azdır. Bu nedenle evdeki çiçekler için floresan lambalar daha faydalıdır.





Suyun Hacmi, Donunca Neden Küçülmüyor?


Günümüzde ilim o kadar gelişmiştir ki, atomun, çekirdeğinin, çevremizdeki her şeyin, dünyamızın hatta gökyüzündeki yıldızların hareketlerinin şimdiye kadar keşfedilen ve bilinen fizik kuralları ile izahı mümkündür. 

Bildiğimiz her şey fizik kurallarına uyar. Bir şey hariç. Yaşamımızın ayrılmaz bir parçası olan su.

Fizik kurallarına göre bir madde ısıtıldığında genişler, genlesin Soğutulduğunda da büzüşür, yani hacmi azalır. Ancak su bu kurala uymaz, aksine sıfır derecenin altına soğutulduğunda donar ve buz olarak hacmi azalacağına artar. Saf su buza dönüşürken, hacminin yüzde 9'u oranında genişler. Buzda su molekülleri olağanüstü gevşek bir oluşum içinde yer alırlar. Buz, arada deliklerin kaldığı bir yapıya sahiptir.

Bilindiği gibi, bilimsel formülü 'H2O' olan su, iki hidrojen ve bir oksijen atomundan oluşmuştur. Bu iki hidrojen atomu, oksijen atomu ile birleştiklerinde, kendi aralarında 105 derecelik bir açı meydana getirirler. Yapı olarak iki hidrojen atomunu birleştiren başka elementler de vardır ve onlar fizik kurallarına uyarlar. Örneğin aynı yapıdaki 'H2S' eksi 83 derecede donar ve eksi 60 derecede gaz haline geçer. Ancak su hidrojen atomlarının dipol bağlantıları nedeni ile sıfır derecede donar, artı 100 derecede gaz haline geçer, donarken de hacmi küçüleceğine büyür.

İşte bu fizik yasalarına aykırı özellik dünyamızdaki yaşamı sağlar. Eğer buz sudan daha yoğun, yani daha ağır olsaydı, suyun içinde dibe batardı. Soğuk bölgelerde denizlerde, göllerde ve nehirlerdeki dibe batan buzlar, güneş ışığı alamayacaklarından eriyemiyeceklerdi. Böylece yıllar süren birikimlerle her tarafı buzlar kaplayacak ve buzullar devri başlayabilecekti.

Ancak buz, yoğunluğunun azlığı nedeni ile suyun üzerinde kalır. Bu durumda buzlar altlarındaki suların donmalarına engel oldukları için dünyamızdaki ani ısı değişikliklerini de önlerler, gece ve gündüz arasındaki ısı farklarını azaltırlar ve yaz günlerindeki güneş ışığı ile kolayca erirler.

Eğer buz sudan daha ağır olmuş olsaydı, gezegenimizdeki tüm su rezervleri donmuş olurdu. Belki de başlangıçtaki buzul devrinde öyleydi de, tabiat ana kendi koyduğu kurallara aykırı olarak, hidrojen atomlarının arasındaki açıya biraz dokundu, buzun suyun üstünde kalmasını sağladı ve dünyamızı bizim için yaşanır hale getirdi.



SINAVLARA NASIL HAZIRLANILIR

 Sınavlar artık yaklaşmıştır benim anlatacağım şekilde yapamazsın ama vizeden sonrası için bir tavsiye olsun ben şöyle yapıyorum.

Tüm derslerden defter tutarım fakat okula defter götürmem.Yanıma biraz saman kağıdı alırım.Karalama olarak yazarım hoca önemli birşey söylediğinde parantez açar yanına not alırım.Eve gittiğimde onları inceler sonra baştan sona deftere temize çekerim parantez içinde yazdığım şeylere dikkat ederim unutulacak cinsten şeyler ise dikkat çekecek şekilde deftere geçiririm.Bunu hergün okuldan geldikten sonra yaparım.Vize zamanı en kazık derse baştan sonra (yaklaşık 60 sayfa) çalışmam 1-1,5 saat sürdü çünkü herşey aklında kalıyor.Çalışırken bir bakıyorsun anında hatırlıyorsun.Ve en kazık olan dersin çalışması bile çok kolay oluyor.Yalnız bu işlemleri hergün yapmazsan hafta sonu hepsini bir kerede yaparım falan dersen ya birikir yetiştiremezsin yada yazsan bile o çalışmak değil temize çekmek olur aklına hiçbirşey kalmaz.Günde 4 dersin mi var akşam hemen o 4 dersi dediğim gibi yap.Bizde aşağı yukarı zaten ders başına 10-15 sayfa oluyor.Ama inan çok faydasını görürsün.


 Vize ve Final öncesi özlü sözler !!!!!!!!!
işte o sözlerden bir demet :
İLK VİZEN KAÇ ?
Arkadaşının vize notunun düşüklüğünü öğrenip ona göre gaza gelmek amacıyla söylenir..

HACIM NAMAZA MI BAŞLASAK?
Aormal zamanlarda dünyanın aşkından ahiret hayatını unutan pek çok öğrencinin , sınav zamanı kasılmalardan kurtulmak amacıyla Allaha yakınlaşma cümlesi uzar o namaz ..kaza namazları falan kılınır...belki gaza gelinip tövbe de edilir...ama sınavlar bitene kadar )

BEN ŞİMDİ YATICAM , SİZ YATARKEN KALDIRIN BENİ.
ders çalışmaya gönlü olmayan öğrenci türünün kendini ve etrafındakileri ileriye odaklamak amacıyla söylediği söz..zira o saatte mümkün değil kaldıramazsınız..

BİR ÇAY KOY DA İÇELİM BE OLUM.
doğru düzgün olmasa da bir saat çalışma sonucunda evin uyanığının çay yapmasını iyi bilen şahsa yönlendirdiği rica görünümlü emir kipli cümle.

BU ADAM GEÇEN SENE NE SORMUŞ
konuların yoğunluğu ve zamanında aynı oranda kısıtlı olması sonucu çalışmayı sevmeyen öğrenci türünün evde varsa dersi geçen sene almış , ya geçen sene dersi alanlardan soruları öğrenmiş kişiye yönlendirdiği soru.

KESİN BURDAN ÇIKAR
6.hissi yüksek öğrenci türünün söylediği cümle..garanti çıkmaz ordan

ÇALIŞ ÇALIŞ NEREYE KADAR ( kalem fırlatılır bu sırada)
sanki sabah akşam ders çalışıyormuş havası oluşturmaya çalışan , gösterişe meraklı fakat engellere karşı zaafı olan öğrenci türünün favori cümlesi...

YARIM SAAT SONRA BAŞLIYORUZ.
yalan yalan yalannnnnnnn , ama her sınav dönemi söylenir...başlanırsa da bir saat sonra bırakılır..)

YARIN FAZLA KASMASA BARİ
hayatını , vücudun refleksleriyle anlatmaya meraklı olan öğrenci türü sınav için de "zor sormaz inşallah" manasında bu sözü söyler...

AA GELSE NE DELİ OLUR BE
ilk vizesi iyi olan fakat diğer derslerinde pek hayır olmayan öğrencinin diğer derslerini DC ile geçeceğini hesaplama paranoyasına kapıldığı an söylediği sözdür...)


O SORU KEK , BÖLE ÇIKSIN 100 ALIRIM
ders çalışmaya ne kadar isteksizse , ders çalışanların hevesini kırmaya da o derece düşkün olan kişinin soru çalışanlara söylediği umut kırıcı söz...

1 SORU YAPSAM YETİYO BANA
Hocanın vize de çok zor sormuş olması , buna karşın öğrencinin yüksek alması sonucunda , final haftasında yeteri miktarda çalışamamışsa arkadaşlarına nispet yaparcasına söylediği kibir cümlesi.

HACIM BEN ÇALIŞMICAM , ZATEN DC İLE GEÇSEM NE OLCAK
ortalamasından dolayı dc ile geçme ihtimali bulunan , fakat dc ile geçmeyi kendine yediremediği kadar ders çalışma isteği de olmayan kişinin kendini ve çevresindekileri avutma cümlesi.

YAZ OKULUNDA GEÇERİM
yaz okulunda sıcağın etkisiyle beyninin daha iyi çalışacağını düşündüğünden midir bilinmez ,bir grup öğrencinin umutlarını yaza gönderme cümleciği...

BU DERSİN MANTIĞI NE YAV
Vize ve Final öncesi özlü sözler !!!!!!!!! ders çalışmaya çalışmış , ama derslere gelmediğniden dolayı dersi anlamamış öğrenci profilinin nefret dolu sorusu.

BÖLE SORU SORARSA ,ÇOK PİS KIZARIM
ders çalışmaktan çok sinirlenen öğrencinin , çalıştıklarından daha zor bir soru görmesi sonucu , sarfettiği talihsiz cümle )

SINAVDA ÖNÜME OTUR.
ders çalışmamış bir öğrencinin sınavdan dakikalar ya da birkaç saat önce çalışan-başarılı öğrenci arkadaşına sarf ettiği söz.kopya çekme amaçlıdır.etik değildir )

OĞLUM NİYE BENİ ÇAĞIRMIYOSUNUZ
kendisi uyurken arkadaşları ders çalışmaya başlamış öğrenci tipinin uyandıktan sonra arkadaşlarına sarf ettiği sitem.

HACIM BİRAZ UYUSAK MI
ders çalışmaktan sıkılmış , ya da henüz başlamamışken yemeğin ağırlığu üzerine çökmüş öğrencinin çalışkan arkadaşına sarf ettiği düşmanca söz ))

DIŞARISI ŞİMDİ KAYNIYORDUR YAV
özellikle bahar dönemindeki sınavlarda bilhassa erkek öğrencilerin dışarıya çıkıp gezme özlemlerini dile getiren söz grubu ))

ULAN KÖPEK GİBİ ÇALIŞTIN DİMİ
ders çalışmamış ya da çalıştığını yeterli görmeyen öğrencinin , çalışmaktan usanmayan arkadaşına sarfettiği düşmanlık dolu cümle )

SENEYE GARANTİ AA ALIRIM BU DERSTEN 
kalması daha sınava girmeden kesinleşmiş öğrencinin , umut fakirin ekmeğidir tarzında sarfettiği idealist(!) cümlecik )

ULAN HAYAT SİZE HAYAT BE
kendisi başarılı olduğu için bütün dersleri alan öğrencinin , kredi yetersizliği sebebiyle ders alamayan bu sebeple de birkaç günü boş olan öğrenci arkadaşına sitemi )

YİNE TERS KÖŞE YAPMASIN BU ADAMöğrencilere eziyet etmeyi seven, nerden soru soracağı belli olmayan hocaya atfen söylenen söz...

BANA ÇIKACAK SORULARDAN GÖSTERSENE BİRAZ
ders çalışmayan ama çabuk anlayan ( anladığını zanneden ) kibirli öğrencinin çok çalışkan arkadaşına ricası )

ÖSS YE GİRELİM BU SENEders çalışmakla uzaktan yakından alakası olmayan öğrenci türünün her sene sarfettiği cümle...sınav zamanlarında bahsedildiğinde muhabbet bir başlarsa herkes üniversiteden soğur , başka bölümler seçilr ,sonra da yatılır )

BİZİM SINIF HAYVAN GİBİ ÇALIŞIYOR , ORTALAMANIYI MAHVEDİYORLAR

çan eğrisinin geçerli olduğu üniversitelerde , sınıfı genel olarak çalışan ve sınav ortalamaları yüksek olan fakat kendisi çalışmaya gönülsüz olan öğrenci türünün suç atmak amaçlı sözü.

HAZIRLAYAN: ABDULLAHOĞLU


Fiziğin tarihsel gelişimi

  Doğa olayların sorgulanmaya başlaması, yani fiziğin doğuşu, ilk uygarlıklann ortaya çıkmasıyla birlikte oldu...
                           
F iziğin tarisel gelişimine bakıldığında çok eskiden, Mezopotamya'da IÖ 3000'lerde, Sümer ve Akad
uygarlıklannda
su değirmenleri kullanılıyor, ağır heykeller dikiliyor,

piramitler yapılıyor, zaman, uzaklık ve hız ölçümleri gerçekleştirilebiliyordu. İÖ 2500'den sonra

Eski Mısır'daki uygarlıklar da, pratik kaygılan ağır basan mühendislik sorunlarının çözümünde fizik kurallanndan yararlanmışlardı.

Ama bu pratik gereksinmelerden doğan tekniklerin ortak temellerini oluşturan ilkelerin aranışı, İÖ 6. ve 5. yüzyıllarda Ege kıyılannda yaşayan filozofların soyutlamalarla doğayı sorgulama yöntemlerinde ortaya çıktı: Bu dünya, kaostan nasıl doğdu? Çokluğun ve çeşitliliğin kökenleri nedir? Hareket ve değişim nasıl hesaplanabilir? Bazı temel kabullerden mantıksal olarak sistematik fizik kuramlan çıkarsamanın ilk örneği, Thales'in (İÖ 6. yy) suyu tüm varhklann temel maddesi saymasıdır. Tha-les, iki temel kuvvet olarak, büzülmeye yol açan merkezcil kuvvet ile genişlemeye yol açan merkezkaç kuvveti tanımladı.

Antik Çağ filozoflanndan

Herakleitos (İÖ y. 540 - y. 480), bütün nesnelerin sürekli hareket halinde olduğunu ve toplam madde miktarının sabit olduğunu öne sürerken,



Empedokles (İÖ y. 490 - 430), evrenin toprak, hava, ateş ve su dörtlüsünden oluştuğu görüşünü ortaya attı. Atom kavramının babası ise Anaksagoras (İÖ y. 500 - y. 428) oldu.

Anaksagoras, tüm maddenin, "yaşamın tohumlan" olarak adlandırdığı atomlardan oluştuğunu, bunlann sürekli hareket ettiğini, havanın bir ağırlığı olduğunu belirtti.

Demokritos (İÖ y. 460 - y. 370),

atom kuramına "zorunluluk" ilkesini katarken, Leukippos (İÖ 5. yy) ve Epikuros (İÖ 341-270) atomcu okulun izleyicileri oldular.


Platon'un öğrencisi

Aristoteles, atom görüşünü yadsıyarak nicel madde kuramı yerine oldukça yalınkat ve nitel bir yaklaşımı yeğledi. Aristoteles, ilkel maddeyi sıcak ve soğuk, ıslak ve kuru gibi niteliklere indirgedi. Dirençli bir ortamda bir cismin hareketinin, harekete yol açan kuvvetle orantılı, ortamın direnciyle ters orantılı olduğunu belirleyerek bu bağıntıyı boşluğun varoluşuna karşı bir kanıt olarak kullandı. Aristoteles'in fiziği tüm ortaçağı etkiledi ve hatta

Aquino'lu Tommaso tarafından Hıristiyan skolastiğinde kullanıldı.Syrakusa'lı

Arkhimedes (İÖ y. 290/280 -y. 212/211), İskenderiyeli Heron (ü. İS 62), Ktesibios (ü. İÖ y. 270) gibi araştmcılar ise deneysel araştırmalarıyla hidrostatik, mekanik gibi fizik dallarına önemli katkılarda bulundular.


İlkçağ filozoflarından Aristoteles'in düşünceleri, ortaçağdaki dünya görüşlerinin tümü üzerinde etkinliğini sürdürdü. Bilimin, felsefe ve dinin etkilerinden sıyrılıp kendine özgü bir araştırma disiplinine dönüşmesi eski çağdan hemen hemen 2 bin yıl sonra başladı. Rönesans'ın ve Reform hareketinin etkileriyle "niçin" sorusunun yerine "nasıl" sorusunun geçmesi, 16. yüzyıl içinde gündeme geldi.

Gallei'nin mekaniğe kat kılan, Kopernikusçuluğun savunulmasıyla doğrudan ilişkiliydi. Düşen cisimlerin hızlanmalanyla ilgilenen Galilei, serbest düşme yasasını, yani düşmede alınan yolun cismin kütlesiyle değil, geçen sürenin karesiyle orantılı olduğunu ortaya çıkardı. Bunu, eylemsizlik ilkesiyle birleştirerek, bir merminin yörüngesinin paraboli biçiminde olacağım belirledi. 17. yüzyılda RenĞ Descartes, özellikle madde kavramı üzerinde durarak doğadaki tüm olayları maddeye ve harekete indirgeyen mekanikçi felsefeyi kurdu. Ayrıca çarpma ve dairesel hareket üzerine çalışmalar da yaptı.

17.yüzyılın sonunda Isaac Newton, Philosophiae naturalis principia mathematica (1687; Doğa Felsefesinin Matematik İlkeleri) adlı yapıtında, mekaniğin temel sorunlarını çözen üç yasasını yayımladı. Bu yüzyılda hızla gelişen bir fizik dalı da optikti. Roger Bacon gibi'13. yüzyıl bilginlerinin yapıtlarını tarayan

Kepler,

teleskopların matematiksel incelemesini yaptı, mercekler için bir geometri kuramı geliştirdi, ışığın kırılma özelliğini açıkladı. Newton'ın beyaz ışığın bileşik ışık olduğunu ortaya çıkardığı renk kuramı ve ışığın parçacık özellikli olduğunu belirten korpüskül kuramı ile

Huygens'in dalga özellikli ışık kuramı optiğe en önemli katkılar oldu. Böyle, Torricelli, Pascal, Von Guericke gibi bilginler, gazların basınç ve hacim ilişkilerine nicel yasalar getirdiler.

18. ve 19. yüzyıllar bilimsel çalışmaların altın çağı olarak nitelenir. Değişen sosyoekonomik yapı var olan kuramlar içinde doğa biliminin en büyük atılımı yaparak bağımsız bir kurum halinde gelişmesine olanak sağladı.

Elektriğe ilişkin çalışmalar, Leyden şişesinde yük birikimi sağlanmasından sonra deneysel araştırma alanına kaydı. 1733'te du Fay ve Nollet, "reçinemsi" ve "camsı" olarak adlandırdıkları iki tür elektriktik olduğunu buldular, 1787'de de Coulomb, elektrostatiğin temel yasalarını yayımladı. Galvanik ve voltaik elektriğin bulunuşuyla elektrik üreteçlerinin doğuşu, bu alandaki araştırmaların hızla gelişmesini sağladı. 1819'da 0rsted, elektrik akımına eşlik eden magnetik etkiyi buldu, 1827'de Ampere elektrodinamiğin yasalarını geliştirdi. 1831'de ise Faraday elektromagnetik indük-siyonu ortaya çıkardı. 1855'ten başlayarak J. C. Maxwell'in çalışmalarıyla klasik elek-tromagnetizma kuramı ortaya çıktı.


Sanayi devriminin bilim üzerindeki en açık etkisi, ısının mekanik işe dönüştürülmesine yönelik çabalardır. Carnot, Clausius, Kelvin, Helmholtz gibi bilginler, termodinamik bilim dalının gelişmesinde önemli katkılarda bulundular. Maxwell ve Boltzmann gazların kinetik kuramım geliştirerek, maddenin atom yapısının tanımlanmasına yönelik çok önemli bir adım attılar. Işığın özellikleri ve esirin varlığına ilişkin olarak 19. yüzyıl sonunda gerçekleştirilen araştırmalar ise 20. yüzyılın devrimci kuramlarına temel oluşturdu.

20. yüzyılda fiziğin yapısını temelinden sarsan iki kuram,

Max Planck'ın 1900'de öne sürdüğü



kuvantum kuramı ile
Albert Einstein'ın 1905'te yayımladığı

görelilik kuramıdır. Atomun, çekirdeğin ve temel parçacıkların bulunması, plazma fiziği ve elektroniğin hızla gelişmesi gibi deneysel ve uygulamalı atılımlar, kuramsal ve deneysel bilgilerin olağanüstü artmasının yanı sıra, fiziğin çeşitli alanlarında gerçekleştirilen eşgüdümlü araştırmalarla sağlanmaktadır.