fizik etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
fizik etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

Solar panel yerine solar enerji hunisi



Bilim insanları, güneş ışınlarının saçtığı enerjinin büyük kısmını toplayamadığını belirttikleri solar paneller yerine, daha fazla ışın toplayabilecek bir yöntem üzerinde çalışıyor. Yeni yöntemle, özel bir materyal mikroskobik iğneyle şişlenerek enerji toplamak için kullanılacak.

Mikroskobik iğneyle şişlenecek olan materyal huni şeklini alacak (Büyütmek için tıklayın).

Silikondan yapılan solar hücrelerin güneş ışınlarındaki enerjinin büyük kısmını kaçırdığını ifade eden ABD’li ve Çinli bilim insanları, metaryallerin sadece bir molekül kalınlığındaki tabakası üzerinde oynayarak, materyalin daha fazla güneş ışığını yakalayacak şekilde moküler yapısını değiştirebileceklerini belirtti.
ABD’nin MIT (Massachusetts Institute of Technology) ve Çin’in Peking ile Xi’an Jiaotong Üniversiteleri tarafından yürütülen araştırmaya göre, her renkteki güneş ışınlarını yakalamak ve enerji için depolamak mümkün.
Kristal silikondan yapılan geleneksel solar paneller, görünür ışığın en uzun dalgaboyuna sahip olan kırmızıya oldukça hassas.  Kristal yapıya sahip olmayan silikon ise mavi aralığındaki dalgaboylarına ait ışınlara hassaslığıyla biliniyor.
MİKROSKOBİK İĞNEYLE ŞİŞMELE YÖNTEMİ
Araştırmacılar, Güneş’in en güçlü dalgaboylarının tayfın yeşil kısmında yer aldığına dikkat çekti. Yeşil ışığın dalgaboyundan saçılan fotonlar, solar panellerin içindeki atomlara çarpıyor ve elektronlarla etkileşime girerek elektrik ortaya çıkarıyor. Eğer solar paneller Güneş’ten saçılan daha fazla rengi yakalayabilirse, daha fazla elektrik üretecek ve daha etkin olacaklar.
Nature Photonics dergisinde yayımlanan araştırmada, MIT profesörü Ji Lu ve meslektaşları, güneş ışınlarından daha fazla enerji toplayabilmek adına ‘her ince metaryal tabakasını bir solar enerji hunisine' çevirmeyi önerdi.
Araştırmacıların kullanmayı öne sürdüğü materyal molibden disülfür. Bugüne kadar solar panellerde kullanılmayan molibden disülfür, transistörler için yıllardır bir yarı iletken olarak deneniyor. Aynı zamanda ‘ultra güçlü materyaller’ sınıfında yer alan molibden disülfür, çok uzun süre kırılmadan belli bir şekle sokulabiliyor.
Uygulanması düşünülen teknikte, molibden disülfür, mikroskobik bir iğneyle ‘şişlenecek.’ İğnenin basıncı, materyalin huni benzeri bir yapıya girmesini sağlayacak ve merkezine doğru yoğunluğu artıracak.
TEK BİR NOKTADA DAHA FAZLA ENERJİ
Molibden disülfür, silikon gibi güneş ışınına maruz kaldığı zaman elektron saçıyor. Materyali bir huni şekline sokarak, köşelerinden merkezine kadar atomik yapısını değiştirmeyi ve güneş ışığının farklı dalgaboylarındaki fotonlara tepki verecek bir hale gelmesini sağlamak istiyor.
Düşünülen teknik başarılı olursa, tek bir materyal tabakası Güneş’ten daha fazla enerji elde edilebileceğini gösteriyor. Dahası, huni şeklini alacak materyalin dibinde elektrostatik kuvvet etkisiyle toplanacak olan yüklü parçacıklar, tabakanın yüzeyinerasgele dağılmak yerine daha fazla enerji sunacak bir yoğunluk oluşturacak.
IBM ve Intel’in geçmişte esnek yüzeyler üzerinde yaptığı deneylere benzer olarak yürütülen araştırmada, henüz düşünülen tekniğin geçerli olduğu gösteren bir sonuç elde edilmedi.

kaynak: ntvmsnbc

Saatte 500 km hızla ilerleyecek

Japonlar, dünyanın en hızlı trenini geliştirmek için kolları sıvadı. Japonya Merkez Demiryolları şirketi tarafından geliştirilecek olan hızlı tren saatte 500 km hıza ulaşacak.


ntvmsnbc

Japonya, dünyanın en hızlı trenini geliştirmeyi amaçlayan projesini açıkladı. Manyetik levitasyon treni (Magnev) sınıfı olaracak tren, saatte tam 500 km hız yapabilecek. Japonya’nın başkenti Tokyo ile Nagoya kenti arasındaki 350 km’lik mesafeyi sadece 40 dakikaya indirecek olan trenin hizmete gireceği yıl ise 2027.
Her ne kadar geç hizmete girecek olsa da, Maglev serisi L0 modeli olarak sunulacak tren, manyetik raylı trenlerin geleceği noktayı temsil etmesi adına çok önemli bir proje olarak kabul ediliyor. 1970’lerde geliştirilen Magnev teknolojisi, trenin raylar üzerinde temas etmeden ilerlemesini sağlıyor. Kısaca, havada ilerleyen tren sürtünme sıfıra indiği için çok daha uzun mesafelere çok daha hızlı bir şekilde ulaşabiliyor.
Dünyanın en hızlı treni unvanı, her ne kadar hizmete girmese de Çin’in CRS şirketi tarafından geliştirilen trene ait. Altı vagona sahip olan ve bıçağa benzeyen tasarımıyla aerodinamik özelliğini artıran tren, hafif plastik, magnezyum alaşım ve karbon fiberden yapıldı.
22.800 kW enerji kullanan tren, Aralık 2011’de yapılan testte 500 km hıza ulaştı. Öncesinde, dünuanın en hızlı treni rekoru Çin Yüksek Hızlı Demiryolları’nın işlettiği trene aitti. Yolcu treni saatte 300 km hız yapabiliyor. Trenin kullandığı enerji ise 9.600 kW.
Japonların yeni nesil Magnev treninin 14 vagonu olması ve bin yolcu taşıması planlanıyor. Şu an için sorulan en önemli soru, mermi gibi gidecek trenlerin bilet fiyatının ne kadar olacağı.

Kuantum Teorisi

Kuantum teorisi, atomik olaylardaki enerjiyi açıklamaya yarayan bir fizik teorisidir. Kuantum kelimesi yalnız başına kullanıldığında bir sistemin değiştirebileceği enerjinin küçük bir kısmı anlamına gelir. Mesela foton, elektromanyetik radyasyon kuantumudur. Kuantum teorisi enerjinin devamlı olmadığını ve seviyelere sahip olduğunu, bu seviyelerin küçük kademeler halinde değişebileceğini matematik ifadelerle açıklar.


Mesela; bir atomda elektronların çekirdek etrafında kendi yörüngelerindeki hareketleri, siyah cismin küçük miktarlar halinde ısı yayması(Max Planck'ın siyah cismin radyasyonunu buluşu), fotonun elektromanyetik radyasyonu (Bohr teorisi), fotoelektrik olayı, atom spektrumu (tayfı) kuantum teorisi ile izah edilebilir. Kuantum teorisi üzerine yapılan çalışmalar şunlardır:
Plank'ın radyasyon teorisi:
1901 senesinde Alman fizikçisi bir cismin ufak bir oyuğundan yaydığı ısı enerjisinin frekans dağılımını (radyasyonunu), ışığın elektromanyetik teorisine benzeterek, cisme ait en küçük parçalarının titreşimler yaparak yaydığı enerjisine benzetmiş ve matematik olarak bunu ifade etmiştir. Yaptığı hesaplardan, bu titreşimlerin genliklerinin sınırlı olması gerektiğini anladı. Mesela bir salınımın veya titreşimin genliği 1 m veya 2 m olabilmekteydi, arada bir değer alamamaktaydı. Bunun sonucu olarak, sadece belirli genlikteki salınımlara müsaade edildiğinden dolayı, enerji artık düzgün bir şekilde alınamamaktaydı veya yayılamamaktaydı. Böylece işlem sarsıntılı olarak, müsaade edilen bir genlikten diğer genliğe sıçrayarak ortaya çıkacaktı. Böyle bir sıçramayı ortaya çıkarmak için gerekli olan enerji miktarını bir kuantumluk enerji olarak isimlendirdi. Ayrıca bir kuantumluk enerjinin, salınımın frekansı ile, Planck sabiti denen sabit bir sayının çarpımına eşit olduğunu kabul etti. Bu sabite h=6,62·10-27 erg. saniye şeklinde çok küçük bir değer olduğu için sıçramalar da çok düşüktür.
Bu kabuller o kadar değişiktir ki, Planck bile geçerliliğinden şüpheye düştü. Ancak 1905'te Albert Einstein, önemli bir adım atarak, bunları ciddi bir şekilde inceledi. Işığın kendisinin kuantumların birleşmesinden meydana gelen taneciklerden ibaret olduğunun kabul edilmesi gerektiğine işaret etti. Yoksa, teoride bir dengesizlik ortaya çıkmaktaydı. Şimdi bu taneciklere foton denilmektedir ve bunların enerjileri, frekansları ile Planck sabitinin çarpımına eşittir. E=h·f. Bu kabul, metalik bir yüzeye ışığın çarpmasıyla bu yüzeyden elektronların koparılması olayını açıklayarak pekiştirdi. Buna fotoelektrik olayı denilir.
Dalga ve parçacık teorisi:
On yedinci yüzyılda Isaac Newton, ışığın parçacıklardan meydana geldiğini kabul etmiş ve bir geometrik optik geliştirmişti. Ancak daha sonra meydana gelen gelişmeler ve ışığın hızının diğer şeffaf cisimlerde ölçülmesi, James Clerk Maxwell'in geliştirdiği elektromağnetik dalga teorisinin kabulünü zorlamıştı. Ancak Einstein'in çalışmasıyla parçacık teorisi canlanmış ve dalga teorisiyle rekabet eder duruma gelmiş oldu.
Atom spektrumu (tayfı)
1993'te Danimarkalı Niels Bohr kuantum fikrini, klasik teorilerin o zamana kadar açıklayamadığı, atom spektrumu teorisine tatbik ederek önemli bir adım attı. İngiliz Ernest Rutherford'un yaptığı deneylerden, atomun minyatür güneş sistemi gibi, ortasında pozitif yüklü bir çekirdek etrafından dönen elektronlardan ibaret olduğu kabulünü getirdi. Ancak atomu tutan elektriksel kuvvetlerin, kütle çekim kuvvetlerinden farklı olduğunu iddia eden Maxwell, elektronların yörüngelerinde kararlı olmayacağını bildirdi. Buna göre elektronlar enerjilerini sürekli frekansa sahib olan ışık şeklinde yayacaklardı. Bu ise atom spektrumunda görülen ayrık frekansları açıklamaktan uzaktı. Hatta atomların kararlı durumu bile açıklanamıyordu.
Bohr klasik teorinin kabullerinden ayrılarak bazan eskiye taban tabana zıt yeni kabuller yaparak işe başladı:
  • Elektronlar kararlı yörüngeye sahiptirler.
  • Yörüngelerinde bulundukça enerji yaymamaktaydılar.
  • Sadece belirli yörüngeler mümkündür. (Aynen Planek belirli salınım genliklerine izin verdiği gibi.)
  • Elektronlar bir yörüngeden diğer yörüngeye sıçrayabilmektedirler. Ancak bu halde meydana gelen enerji farkı, foton yaymak veya almakla karşılanacaktır. Bu fotonun f frekansı da E enerji farkının h Planck sabitine bölünmesiyle elde edilecekti: f = E / h
Bu kabuller şaşırtıcı sonuçlar çıkardı. Bohr, yüksek bir yaklaşımla hidrojen atomunun spektrum frekanslarını hesapladı. Eski ve yeni kabullerin karışımı olan bu teorinin sonuçları artık herkesin dikkatini çekmekteydi.
Bir elektronun hareketinin kuantum sayıları denilen belirli sayılara bağlı olduğu anlaşılmıştı. Kuantum sayıları tam sayılar veya tek sayıların yarılarından ibaretti. Bu sayılar Bohr teorisindeki müsaade edilen yörüngelerle ilgiliydi. Bohr'un teorisiyle atomun içine nüfuz edilmekte olduğu için, bu teorinin önemi büyüktür. Ancak seneler sonra bilim adamları, bunun da açıklayamayacağı olaylarla karşılaştılar. Bunun sonucu olarak iki farklı yönden gelinerek bir modern teori geliştirildi.
Dalga mekaniği:
1923'te Fransız Louis de Broglie, ışığın dalgalar tarafından iletilen fotonlardan ibaret olduğunu iddia etti. Ona göre elektron ve diğer atomik parçacıklar da dalgalarla hareket etmekteydi. Ayrıca iddiasının Bohr'un müsaade edilen yörüngeler kabulüyle de uyuştuğunu gösterdiyse de pek dikkati çekmedi.
Erwin Schrödinger 1925'de bu iddianın dalga kısmını alarak, Newton'un mekaniğine tatbik etti. Bu yeni ortaya çıkan Dalga mekaniği'ne göre elektronlar parçacıklar olarak değil, farazi bir matematiksel uzayda yayılı dalgalar olarak belirmekteydi. Bu kabuller, Planck'ın salınımlarının kuantum davranışlarını, hidrojen atomunun spektrumunu açıklaması ve çok önemli kuantum sayılarını doğrudan doğruya ortaya çıkarması yönünden, ciddiye alındı. Daha sonra yapılan deneyler De Broglie'nin madde dalgalarının mevcudiyetini de göstermiştir
Matris mekaniği:
Werner Heisenberg de 1925'de tamamen farklı bir yol takip ederek, temel fiziksel büyüklükleri düzenli bir şekilde tablolar halinde yazdı. Bunlara matris denildiği için, teorisi de Matris Mekaniği olarak isimlendirildi. Bir parçacığın koordinatını ve momentumunu (kütlesiyle hızının çarpımı) q ve p ile gösterdiğinde p kere q'nün, q kere p olmadığını ve aradaki farkının Planck sabitiyle ilgili olduğunu keşfetti. Bu, günümüzde modern atom teorisinin temel taşlarından birini teşkil etmektedir. Heisenberg'in teorisi görünüşte çok farklı zannedilen Schrödinger'inkiyle aynı sonuçları vermekteydi. Paul Dirac ise, her ikisinin klasik mekaniğe çok benzeyen kuantum mekaniğinin özel bir şekli olduğunu gösterdi.
Belirsizlik prensibi:
Yukarıdaki gelişmeleri anlatan kuantum teorisi bir başarıdan diğerine gitmekteydi. Ancak temelinin fiziksel bakımdan tutarlı olduğunda hala şüpheler mevcuttur. Mesela p momentum ile q koordinatlarının çarpımında eğer q·p çarpımı, p·q çarpımına eşit değilse bu büyüklükler alışılagelen değerler alamamaktaydılar. 1927'de Heisenberg, belirsizlik prensibini ortaya koyarak bu konuda rahatlık sağladı.

Bilim Adamları Hayrete Düştü!

NASA'nın Mars'taki uzay aracı Curiosity'nin lazerle vurduğu ilk kayanın bilimadamlarının düşündüğünden daha sıradışı olduğu bildirildi.

Bilimadamları, Curiosity'nin iki hafta önce robot koluyla dokunduğu ve lazerle ondan fazla kez vuruş yaptığı futbol topu büyüklüğünde, piramit şeklindeki kayayla ilgili inceleme sonuçlarının kendilerini şaşırttığını söylediler.

Söz konusu kayanın, Mars'ın yüzeyinde görülen diğer kayalardan farklı olduğu, daha fazla sodyum ve potasyum içerdiği belirtildi.

Bilimadamı Edward Stolper, yaşı bilinmeyen kayanın, daha çok dünyada Hawaii gibi bölgelerde görülen, ender rastlanan volkanik kayaçlara benzediğini kaydetti.

Bir zamanlar su muhteva eden bu tür kayaçlar yer altında derinde oluşuyor.



Mars'ta esrarengiz parlak nesne

Mars keşif aracı Curiosity, gezegenin yüzeyinde yaptığı çalışmada parlak bir nesne buldu.

ABD Ulusal Havacılık ve Uzay Dairesi (NASA) uzay aracı Curiosity, Mars'ın yüzeyinde kepçeyle yaptığı çalışmada parlak bir nesne buldu.
Yetkililer, basına yaptıkları açıklamada, nesnenin altı tekerlekli uzay aracının kendisine ait olabileceğini, parlak cismin ne olduğu belirlenmeden örnek toplamayacaklarını veya kepçeyle çalışma yapmayacaklarını söyledi.
Curiosity'nin, nesnenin tanımlamasında ve örnek alma faaliyetlerine varsa muhtemel etkisinin değerlendirmesinde, NASA ekibine yardımcı olmak için cismin fazladan fotoğraflarını çektiği belirtildi.
Curiosity, Mars'ta bir zamanlar yüzey boyunca akan bir nehrin izlerini bulmuş ve ana kayaçların fotoğrafını çekmişti.
Mars'ta geçmişte mikrobiyal canlıların yaşayıp yaşamadığını araştırmak için 5 Ağustos'ta Mars'a gönderilen uzay aracı Curiosity, 2 yıl boyunca gezegende inceleme yapacak. Proje için 2.5 milyar dolar harcanacak.
Bugün donmuş bir çöl olan Mars ile ilgili daha önce yapılan jeolojik araştırmalar, gezegenin geçmişte daha ılık ve nemli olduğunu öngörüyor.

Pet Şişeden Kablosuz Bağlantı İçin Sinyal Arttırıcı Yapımı (DENEY)


Pet Şişeden Kablosuz Bağlantı İçin Sinyal Arttırıcı Yapımı

1**Gerekli malzemeler, 1 lt lik boş pet şişe, aluminyum folyo, yapıştırıcı yada bant...
2**Keseceğimiz yerleri kalem ile çiziyoruz...
3**Çizdiğimiz yerleri düzgünce kesiyoruz...
4**Pet şişenin kapağının orta yerine antenin girmesi için delik açıyoruz...
5**Ve işte sinyal arttırıcı antenimiz yada yansıtıcımız hazır...

469 Yıllık Sır!

Şehzadebaşı Camii'  Fizik Kurallarına Aykırı

Mimar Sinan, Şehzadebaşı Camii'ni Restore Edemeyen Mimarlara, Cam Şişede Bıraktığı Mektubuyla Yol Gösterdi. Büyük Ustanın Sırları 469 Yıl Sonra Anlaşıldı.

Osmanlı İmparatorluğu'nda 50 Yıla Yakın Bir Süre Mimarbaşılığı Yapan, İmparatorluğun Her Yanına Dağılmış Çok Sayıda Ünlü Eseri Bulunan Mimar Sinan, Bugün Bile Dünyaca Tanınmış Mimarlara Ders Veriyor. 

Büyük Ustanın 1543 Yılında Yaptığı İstanbul'daki Şehzadebaşı Camii'nin 1990'lı Yıllardaki Restorasyonunda Yaşananlar, Tüm Dünyayı Şoke Etti. Mimar Sinan'ın 'Çıraklık Eserim' Dediği Şehzadebaşı Camii'sinin Zedelenen Kemerleri İçin Restorasyon Çalışmaları Başlatıldı. Camiinin Kemerlerindeki Sorun, Çok Sayıda Mimarı Bir Araya Getirdi. Mimarlar Restore Konusunda Karar Veremedi. 

Ortaya Birçok Fikir Atıldı Ama Hiçbiri Kabul Edilmedi. Mimarlardan Biri İncelemeler Sırasında Caminin Kemerlerinde Bir Oyuk Fark Etti. Bu Oyuktan Çıkan Cam Şişede Gizlenmiş Mektup, İnanılmaz Gerçeği Gün Yüzüne Çıkardı.

Mektubun Mimar Sinan Tarafından Yazıldığı Anlaşıldı. Büyük Usta Mektubunda, "Bu Notu Bulduğunuza Göre Kemerlerden Birinin Kilit Taşı Aşındı Ve Nasıl Değiştireceğinizi Bilmiyorsunuz" Diyordu. 

Mektubun Devamında Kemerin Nasıl Onarılacağını Anlatan Mimar Sinan, 469 Yıl Sonrasına Da Işık Tutmuş Oldu. Kemerin Onarımı Mektuptaki Gibi Yapıldı. Şehzadebaşı Camii İle Birlikte Büyük Ustanın Birçok Eserlerinde De Mektuplar Bırakarak Yol Gösterdiği Anlaşıldı.

Süleymaniye Camii'ndeki Önemli Not

Süleymaniye Camii'nin Restorasyonunda Da Şehzadebaşı Camii'nde Olduğu Gibi Mimar Sinan'dan Not Bulundu. Bir Oyuktan Çıkan Notta, Büyük Usta Şöyle Diyordu:

"Her Kim Bu Taş Eskidiğinde Yenisiyle Değiştirmek İsterse, Eski Taşın Yerine Takılacak Yeni Kilit Taşının İki Tarafından Yağlı İple Taşı Bir Taraftan Sokup Öteki Taraftan Çeksin. Sonra İpin Dışarıda Kalan Kısımlarını Kessin." Süleymaniye Camii'sini Kurtaran Bu Mektup Şu Anda Topkapı Sarayı'nda Saklanıyor.

Büyük Usta Raylı Sistem Kullanmış

1950-1960 Yılları Arasında İnşaat Mühendisi, Mimar Ve Jeofizikçilerden Oluşan Bir Japon Heyeti Sultanahmet Camii Ve Süleymaniye Camii İle Yakından İlgilendi. Mimar Sinan'ın Camileri Gevşek Zemin Üzerine İnşa Edildiğini Gören Heyet, Camilerde Bir Çatlak Dahi Olmamasına Akıl Sır Erdiremedi.

Camilerin Sabitlenmediği, Yerinde Oynayarak Yıkılmaktan Kurtulduğu Anlaşıldı. Minarelerin De Raylı Sistem Üzerine Oturtulduğu Ve Her Yöne Yaklaşık 5 Derece Yatabildiği Ortaya Çıktı.
Japon Mühendis Transa Geçti...

Selimiye Camii'ne Gidenler Bir Gün Kubbenin Altında Sırtüstü Yatan Japon Turist Görmüşler. "Burası Kutsal Bir Yer. Oturun Veya Ayakta Durun" Diyerek Uyarmışlar. 

Ancak, Japon Trans Vaziyetteymiş, Gözlerini Kubbeden Ayırmadan Şöyle Sayıklıyormuş; "Bu İmkansız. Ben Yılların Mühendisiyim. Bu Kubbe Var Olamaz. Kubbenin O Şekilde Durması Fizik Kurallarına Aykırı..."

AYIN BİLİM ADAMINDA BU AY: TAŞKIN TUNA

TAŞKIN TUNA
Taşkın Tuna, bürokrasinin üst kademelerinden gelen bir yazardır. Ankara Fen Fakültesinden Fizik Yük. Müh. olarak mezun oldu. Daha sonra DMİ Genel Müdürlüğüne geçen Tuna, Almanya'da staj ve eğitim aldı. 1969 yılında İngiltere'de Reading Üniversitesinde yüksek lisans eğitimi gören Tuna, burada Master düzeyinde ihtisas yaptı. Yurda dönüşünde ODTÜ'de öğretim görevlisi olarak çalıştı. ABD'de çevre sorunları konusunda da eğitim gören Tuna, 1987-1991 yılları arasında İngiltere'de Avrupa Meteorolojik Tahmin ve Araştırma Merkezinde uzman olarak hizmet verdi. Daha sonra Yurda dönen Taşkın Tuna Çevre Bakanlığına Genel Müdür olarak atandı ve burada da 3 yıla yakın bir süre çalıştıktan sonra emekli oldu.

una’nın ses getiren kitapları arasında, ‘OKU AMA NEYİ’ Şule Yayınları tarafından kısa sürede sekizinci baskısı yapılmış ve geniş bir okuyucu kütlesi tarafından beğeni ile karşılanmıştır.
Taşkın Tuna'nın, 1945-1960 yıllarındaki siyasi çalkantıları kapsayan ‘ADNAN MENDERES’İN ANILARI’ adlı bir kitabı da Şule yayınevi tarafından Ekim 2002 tarihinde basılmış ve çok satan kitaplar listesine girmiştir.
Yazarın SON BASAMAK adlı çalışması, 2003 Nisan ayı ortalarında piyasaya çıkmış ve basında geniş yer almıştır. SON BASAMAK, daha çok bilimsel gerçekleri; bu arada uzay, zaman, yaratılış ve atom altı parçacıkların davranışlarını ele alan bir popüler bilim kitabı olarak değerlendirilebilir.
Tuna’nın 2003 yılı sonlarında çıkan bir diğer kitabı da ‘BİR ELMA İKİ AYNA’ ismini taşıyor. Bu eserde Tuna, asırlara imzasını alan bazı öncü sufîlerin hayat hikâyeleri ile günümüze kadar ulaşan fikir ve düşünce tomurcuklarını sergiliyor.
Taşkın Tuna, ‘BİR ÇARPI BİR’ adındaki eserinden sonra, bu kez Big Bang konusuna el attı. Evrenin yaratılışı, zamanımızdan yaklaşık 14 milyar yıl önce çok sıcak, çok yoğun bir madde ve enerji yumağının, birdenbire uzay boyutlarına taşması ile oluşan kozmik fırtınanın, akıllara idraklere ve zihinlere sığmayacak kadar muhteşem bir mucizenin, imanlı yürekleri titreten esintisidir! OL DEDİ OLDU isimli bu çalışmasından sonra ‘Büyük Patlama’nın ikinci kitabı da okuyucularla buluştu. ‘OL DEDİ OLDU’ ‘ama nasıl oldu?’ İşte bu soruyu ikinci kitapta bulacaksınız. Kara delikler, UFO’lar, uzayda hayat arama girişimleri, paralel evrenler, zaman ve zamanda yolculuk kavramı ve nihayet canlılık. Ve sonra ölüm! Yani kıyamet!
Tuna, 2007 yılında uzun yılların araştırmalarına dayanarak hazırladığı ‘Muhammedi Bilinç’ adlı kitabıyla, maddenin esasını bilinç boyutunun penceresinden bakarak anlatıyor. Madde, enerji, evren, uzay ve zaman konularında alışılmadık bir bilincin varlığı fizikî gerçeklerin nefes kesen yorumlarıyla şekil ve vücud buluyor. Önce ‘hayret’, daha sonra da ‘hayranlık’ vadisinde dolaşmak isteyenlere harika bir yapıt.
Gele gele geldik, 2008 yılına! Muhamedi Bilinç’in ikinci kitabı yerine, “ÖLÜ KÖPEĞİN DİŞLERİ” adlı yeni bir çalışma ile Tuna karşımıza çıkıyor. Sabır, sevgi, hoşgörü, güven, yardımlaşma, dayanışma; özetle İslamî Ahlak anlayışı çerçevesi içinde “sıratı mustakim” istikametinde bulunmak! Biraz zor, ama temiz vicdanlara çok kolay gelen bir çizgi!
Bu çizgide bulunanlar, hep güzel dişleri görürler de ondan!

Taşkın TUna daha sonra "Şeytani Bilinç Muhammedi Bilince Karşı" kitabı ile Sırat-ı Müstakim üzre istikamet almanın yollarını anlatıyor. 
Bu kiatptan sonra "Ol Dedi Oldu 1-2" kitapları ile okurlarının karşısına çıkan Tuna, Yaratılış serüvenini en ayrıntılı bilimsel metotların ışığı altında irdeliyor. Big Bang'ın nefes kesen mucizesi en son kozmolojik verilerle izah ve ispat ediliyor.       




Süleymaniye'nin akustiğini bozdular!


Mimar Sinan'ın yaptığını 100 hoparlörle yapamadılar. Süleymaniye Camii'nin restorasyon çalışması sırasında ses akustiğinin bozulduğu ortaya çıktı. Şimdi her şey sil baştan yapılacak.
İstanbul Müftülüğü'nün raporuna göre Süleymaniye Camii'ndeki akustik problemi; imamın sesi, orijinal akustik ve hoparlörlerden çıkan üç ayrı sesin çakışmasından kaynaklanıyor. 100'e yakın hoparlör kaldırılarak ve halısı değiştirilerek orijinal akustik elde edilecek.

Süleymaniye Camii'nin akustiğinin son restorasyonda tahrip edilerek bozulduğu iddiaları geçtiğimiz günlerde medyada yer almıştı. İstanbul Müftülüğü, iddiayla ilgili vatandaşlardan gelen şikâyetler üzerine detaylı bir araştırma yaptırdı.
 
Araştırmayı yapan bilim kurulunun ön raporuna göre, bugüne kadar yapılan restorasyonlardan olumsuz etkilenen Süleymaniye Camii'ndeki ses problemi; imam, orijinal akustik ve yaklaşık 100 hoparlörden oluşan 3 ayrı ses kaynağının çakışmasından kaynaklanıyor.
 
Ramazan Bayramı'ndan sonra kamuoyuyla paylaşılacağı açıklanan araştırmayı yürüten Galatasaray İletişim Teknoloji Merkezi (İTM) Müdürü Süden Pamir, "Bu akustik, yüzey malzemelerini değiştirerek yok edebileceğiniz bir yapıda değil. Bir restorasyon daha yapılsa bu akustiği yok edemezler." dedi.
 
Pamir'e göre, orijinal akustiğin yakalanması için cami içerisindeki 100'e yakın hoparlörün kaldırılması ve mevcut halının değiştirilerek orijinaline yakın bir halı serilmesi gerekiyor.
 
Kültür ve Turizm Bakanlığı'nın talebi üzerine Mimar Sinan'ın yaptığı camilerle ilgili 1986 yılında kapsamlı bir akustik araştırması yapan Prof. Dr. Mutbul Kayılı, o dönemde yaptıkları ölçümlerde camide homojen ses dağılımlarını tespit ettiklerini söyledi. Kayalı, "Halının değişmesi ya da farklı bir sıvanın kullanılması gibi ufak bir müdahalede bir bozulma olabilir." diye konuştu.
 
Süleymaniye Camii'nde 1985-2005 yılları arasında 20 yıl imam hatiplik yapan Prof. Dr. Süleyman Mollaibrahimoğlu ise caminin akustiğinin dış seslerden etkilendiğini kaydetti. Mollaibrahimoğlu, "Yaz aylarında sabah ve yatsı namazlarında dış sesler az olduğu için mikrofon kullanmıyorduk. Ayrıca, cemaatin bizi daha iyi anlaması için hutbe ve vaazlarda yavaş, tane tane konuşurduk" ifadelerini kullandı.
 
Ses en uzak noktada en yüksek
 
İstanbul Müftülüğü, vatandaştan gelen istek ve şikayetler üzerine Süleymaniye Camii'nin akustiğiyle ilgili 11 Kasım 2011 tarihinde bir çalışma başlattı. 30 kişilik bir ekibin 9 aydır sürdürdüğü çalışmada sona gelindi. Araştırmayı yürüten Galatasaray İTM Müdürü Süden Pamir'in verdiği bilgilere göre araştırmanın bulguları arasındaki en dikkat çekici nokta, caminin kendine özgü doğal bir anfi, hoparlör ve katı bir iletişim yöntemine sahip olması.
 
Akustiğin belli notalara cevap vermesi sebebiyle imamın okuduğu sûrenin makamı ve notasına göre duyulan ses yükseliyor ya da azalıyor. Normalde en güçlü ses kaynağa yakın noktadan duyulurken bu durum Süleymaniye'de tam tersine işliyor. İmamın sesi en yüksek caminin en uzak noktası olan 68 metreden duyuluyor. Mimar Sinan'ın akustik kurgusundaki özellik sebebiyle cami içerisinde insan sesi dışında oluşan sesler hapsediliyor. Böylece imamın sesi mihrapta Kur'an okurken diğer seslerden etkilenmeden cemaate ulaşıyor.
 
Kaynak: Zaman
 


Asansör Düşerken Zıplanılsa Ne Olur ?



Düşünün ki, asansörünüz bozuldu ve 60-70 km/saat, yani saniyede 18 metre hızla düşüyor. Siz de son saniyede yukarı zıplıyorsunuz. 

Yukarı zıplamanız olsa olsa saniyede 4-5 metre hızla olabilir. Yani siz yine de yaklaşık saniyede 13-14 metre hızla yere düşmeye devam ediyorsunuz.
 
İster saniyede 18 metre, isterse 13 metre hızla yere düşün, sonuç fark etmez.

Sizi yerden kazımak zorunda kalabilirler. Lütfen panik yapmayın, asansörü tutan tek bir kablo değildir, en azından 5 veya 6 kablo vardır. Bu kabloların her biri tek başına asansörün ağırlığını taşıyabilir.
 
Diyelim ki, bu kabloların hiçbiri görevini yapmadı, asansörü durduracak bir başka fren donanımı daha vardır. Hatta bazı asansör boşluklarında ilaveten yaylı veya yağlı, hayati tehlikeyi önleyecek özel sistemler de bulunur.
 
Bu sistemlerin hiçbiri çalışmazsa yine de iyimser olmaya çalışın, hiç olmazsa hayatınızda bir kere, hiçbir katta durmadan doğrudan zemine inmiş oluyorsunuz!
 
risale ajans

Bulutlar Nasıl Oluşur?


Tepenizde gördüğünüz orta büyüklükte, yaklaşık l kilometre çapındaki bir bulutun hacmi 4 milyar metreküptür ve içinde l -5 milyon kilogram su vardır. 

Peki nasıl oluyor da bu kadar su başımıza kovadan dökülür gibi dökülmüyor, bu kadar tonlarca ağırlık havada durabiliyor? Gerçekten bulutlar gökyüzünün inanılmaz ve harika süsleridir.

Hiçbir bulut diğeri ile şekil ve hacim olarak aynı değildir. Çünkü oluşumlarına etki eden hava akımları, sıcaklık, basınç, havadaki toz miktarı v.b. gibi o kadar çok etken vardır ki, çok değişken olan atmosferde iki yerde bütün bu şartlan eşit olarak sağlamak mümkün değildir.
 
Isınan yeryüzünden buharlaşan su, havadan hafif minik su buharları şeklinde doğruca gökyüzüne yükselir. Belirli bir yükseklikte basınç azaldığı, hava da soğuduğu için minik su damlacıkları haline geçerler ve bulutları oluştururlar. Başlangıçta bu damlalar o kadar küçüktür ki, çapları birkaç mikrometredir, (insan saçı 100 mikrometredir.) Ortalama bir yağmur damlasının oluşabilmesi için bunlardan milyonlarcasımn birleşmesi gerekir.Bulutların bu kadar ağırlığa rağmen gökyüzünde asılı kalabilmelerinin sebebi bu damlacıkların çok küçük olmalarıdır.

Her ne kadar bir kilometre çapındaki bir bulutta en azından 1.000 ton su varsa da bu hacimdeki hava 1.000.000 tondur, yani bin kez daha ağırdır. Bu nedenle de bulutlar içerlerindeki yağmur taneleri iyice oluşup, ağırlaşıp yere düşene kadar tepemizde gezinip dururlar. Aslında yağmur yağarken yağmur damlası oluşma işlemi devam ettiğinden bulut içindeki suyu boşaltıp bir anda kaybolmaz.
 
Bulutun oluşumunda başlangıçta oluşan su damlacıkları o kadar küçüktür ki, üzerlerine gelen ışıkları doğrudan yansıtırlar ve bu tip bulutlar pamuk gibi beyaz görünürler. Su damlacıkları birleşip büyüdükçe, yani kalınlaştıkça ışığı daha az yansıtırlar, bu nedenle de yağmur bulutları daha koyu, gri hatta siyaha yakın renkte görünür. Gittikçe büyüyerek ağırlaşan bu damlalar bulutun altında toplandığından, bu tip bulutların tabanları üst taraflarına nazaran daha koyu renktedirler.
 
Havadaki sıcaklık yatay olarak genellikle aynıdır. Bu nedenle havanın içine suyu alabileceği yükseklik yatay olarak hemen hemen aynı olduğundan bulutların altları daha düzdür. Bulutun ortası ile üst kenarı arasındaki ısı farklı olduğu ve üst tarafında su damlası oluşumu devam ettiği için üst taraflar kıvrımlıdır.
 
Bulutlar şekillerine ve yüksekliklerine göre sınıflandırılırlar. Genelde üç ana grupta toplanırlar. Bu sınıflandırmaya göre, ince, tutam tutam, ufak bulutlara 'sirüs', kümeler halinde olanlara 'kümülüs', ufukta tabaka halinde görünenlere de 'stratus' deniliyor. Ayrıca iki tane de yükseklik kategorisi var. Bulutun tabanı yerden 2.000 - 6.000 metre yükseklikte ise ön ismi 'alto', 6.000 metreden daha yükseklikte ise de 'sirro' oluyor. Yağmur bulutlarına da diğerlerinden ayırmak için 'nimbo, nimbus' gibi isimler ekleniyor.

risale ajans


Elektrik İnsanı Nasıl Çarpıyor?



İnsanların elektriğe çarpılmaları onun bir iletkeni haline gelmelerinden oluyor. Sıvılar iyi iletkendirler, yani elektriği iyi iletirler. Vücudumuzu içi sıvı dolu bir kap olarak düşünürsek, bütün koruma görevi derimize kalıyor. O da vücudumuzun her tarafında aynı kalınlıkta değil. Islanınca o da iletkenleşiyor, hele üzerinde bir yara varsa direnci tamamen yok oluyor.
 
Evlerimizde 220 volt ve 50 Herz akım daima vardır. Ne kadar ilginçtir ki, bir elektrik akımının insana en tehlikeli frekans aralığı 50 - 60 Hz.dir. Elektrik akımını evimizdeki su tesisatına benzetebiliriz. Suyun basıncı neyse 'Volt' ta odur. 'Amper' de suyun miktarının karşılığıdır.

Elektriğe çarpılmada süre de önemlidir. Süre uzarsa deride yaralar oluşur ve elektrik bu yaralardan daha çabuk geçer. Derimizden geçen elektrik akımı derhal sinir sistemimizi etkiler. Beyindeki nefes alma merkezini felç eder, kalbin ritmini bozar hatta durmasına neden olur. Elektrik çarpmasının sonucu genellikle kalp durması olduğu için ilk yardım da ona göre yapılmalıdır. Elektriğe nereden çarpıldığımız da önemlidir.

Elektriğin elden ele veya elden ayağa geçmesi aradaki hayati organlarımıza zarar verebilir.

Elektriğe çarpılınca şoka girmemizin nedeni kendi elektriği-mizdir. Sinir sistemimizin ürettiği elektrik ile dışardan çarpıldığımız elektrik karşılaşıp iç içe girince vücudumuzda kasılmalar ve titremeler yaratıyor.
 
Elektrik çarpmasında voltajın değil de akımın şiddetinin yani amperin önemli olduğu ileri sürülüyor. Bu konuda elektrik mühendisleri ile fizikçiler arasında görüş ayrılığı var. Zaten elektriğin kendisinin de tam bir tanımı yapılmış veya tek bir tanım üzerinde uzlaşma sağlanmış değil.
Elektriğin öldürücü gücünün voltaj değil de akım miktarı olduğunu öne sürenlere göre akım doğrudan kalbi etkiliyor.

Bu düşünüşe göre l ila 5 miliamper akımın vücutta hissedilme seviyesi; 10 miliamperde acı başlıyor; 100 miliampere gelince sinirler reaksiyon gösteriyor ve 100-300 miliamperde şok oluşuyor. Tabii bütün bu değerlendirmeler tam bir bilimsel sınıflandırma değil. Yani tuzlu bir suyun içinde iseniz, cereyan tüm vücudunuza birden değeceğinden mili değil mikroamper seviyesinde bile bir akımdan zarar görebilirsiniz.
 
Elektriğe çarpılanlar eğer ölmezlerse, genellikle hayatlarının geri kalan kısmını bu olayın izi kalmadan, problemsiz olarak yaşayabiliyorlar. Ama az miktarda da olsa sinir sistemi üzerinde hasar bırakabiliyor. Elektrikten çarpılıp şoka girenlere de, kalp ritmini düzenlemek için yine elektro şok uygulanıyor.
risale ajans


Yağmurda Koşan Neden Daha Çok Islanıyor?


Yağmur yağarken koşanların daha çok ıslanacağını ileri süren, insanı yağmurda sallana sallana dolaşmaya iteleyen bir görüş ile hiçbir şey fark etmeyeceğini iddia eden bir başka görüş ortada dolanıp durmaktadır.

Hiçbir şey değişmeyeceğini söyleyenlerin görüşüne göre vücudunuzun bir dikdörtgen olduğunu ve yağmur damlalarının yere dik düştüğünü farz edelim. İster bir yüz metreci gibi hızlı koşun, ister sallanarak yürüyün bir şey fark etmez. Hızınıza bağlı olmadan vücudunu/a düşen yağmur tanesi sayısı aynı kalır. Koştukça ön tarafınıza bir saniyede daha çok yağmur tanesi isabet edecektir ama süre kısaldığından toplam sayı ve sonuç değişmeyecektir.

'Yağmurda yürüyünüz' diyenler ise koşma durumunda yağmur damlalarının aynı sürede daha çok sayıda birikeceğini ve buharlaşmaları için daha az zaman olduğundan üzerimizin daha ıslak olacağını, aerodinamik tesirleri hesaba katarak, düz yürürken üzerimize düşmeyecek düşey damlaların, koşarsak karşıdan gelecekleri için temas edeceklerini, yürürken başımıza düşen damla sayısının koştuğumuz sırada düşenden fazla olamayacağım ileri sürerek 'ahmak ıslatan' diye de tabir edilen hafif yağışlarda yürümeyi öneriyorlar. Tabii burada unutulmaması gereken şey yavaş yürürken bacaklarımızın da çok yağış alacağı.

'Koşunuz!' görüşüne göre ise, yağmurda koşmakla yürümek arasında, vücudumuza düşen yağmur tanesi miktarı açısından bir fark olmayabilir ama önemli olan başımıza düşen miktardır. Bu nedenle koşarsak süre kısalır ve başımıza düşen yağmur
miktarı azalır.

Yapılan bir deneyde, yağmur karşıdan 45 derece açı ile yağı-yorken, bir defter kağıdına aynı mesafe 7 saniyede koşulduğunda 131 damla, 20 saniyede yürünüldüğünde ise 216 damla isabet ettiği saptanmıştır. Buna göre yağmurda yürüyerek gitmek, koşmaya göre neredeyse iki misli ıslanmak anlamına gelmektedir.

Şüphesiz bu önermeler yapılırken, rüzgarın yönü, üzerimizdeki giysilerin şekli ve cinsi ve en önemlisi kapalı alana ulaşılacak mesafe göz önüne alınmamış ve değerlendirmeler kısa mesafelere göre yapılmıştır. Uzun mesafelerde hiç şansınız yok, koşabildiğiniz kadar koşun ama en doğrusu yağmur geçene kadar kapalı bir yerde oyalanın.


risale ajans

Curiosity Marsta İlk Görevini Yerine Getirdi




Şuanda Marsta bulunan Curiosity, kendisinden 2,5 metre uzaklıktaki taşın yüzeyini lazeriyle eritti ve taşın kimyasal yapısı üzerinde analizlere başladı. 

NASA yetkilileri, ChemCam kamera ve lazer sisteminin ilk kez ve deneme amaçlı kullanıldığını, demenenin bir ‘atış talimi’ özelliği taşıdığını belirtti.
 
Nükleer güçle çalışan, bir ton ağırlığındanki en gelişmiş Mars robotu olan Curiosity, iki hafta önce Kızıl Gezegen’in ekvator bölgesindeki derin çukurlardan biri olan Gale Krateri’ne inmişti. Mars’ın jeolojik yapısını keşfetmek için birçok deney yapacak olan Curiosity, bir Mars yılı boyunca (686.98 gün) Kızıl Gezegen’de geçmişten kalan yaşam izi olup olmadığını araştıracak.
 
10 SANİYEDE 30 ATIŞ
 
Bu kapsamda, ABD ve Fransızların geliştirdiği ChemCam gezegendeki araştırmalar açısından büyük bir öneme sahip. Lazerin vurduğu ilk taşa, ilk olarak N165, ardından Coronation (taç giyme töreni) adı verildi. Bilimsel açıdan büyük bir önem taşımadığı belirtilen taşın, Mars yüzeyinde bolca bulunan volkanik taş bazalt.
 
Coronation, ChemCam tarafından 10 saniye lazer ışınına maruz bırakıldı ve bu süre içinde 30 atış yapıldı. Saniyenin beş milyarda biri kadar süren atışlar, çok küçük bir noktaya bir milyon watt’ın üzerinde enerji gönderdi. Lazerin neden olduğu parçalanma ve kıvılcımlar Curiosity’nin donanımları tarafından kaydedildi ve bilim insanlarına taşın hangi elementlerden oluştuğuna dair bilgi gönderdi.
 
ABD’nin New Mexico eyaletindeki Los Alamos Ulusal Laboratuvarı’nda ChemCam baş soruşturmasıcı olan Roger Wiens, “Coronation’dan birçok sinyal aldık... Ekibimiz sonuçları değerlendirmek için çok yoğun çalışıyor. Sekiz yıl bu donımı inşa ettikten sonra artık geri ödeme vakti” dedi.
 
ChemCam için ilk büyük sınav, Curiosity’nin iniş yaptığı 6 Ağustos günü, uzay aracının roketlerine maruz kalan taşlık alan olacak. İniş esnasında ortaya çıkan itme gücünün, yüzeyin altındaki materyalleri de ortaya çıkarmış olabileceğine inanılıyor.
 
CURIOSİTY’YE YAKINDAN BAKIŞ
 
-En son teknoloji Mars keşif aracının amacı, Kızıl Gezegen’in geçmişte yaşama olanak veren şartlara sahip olup olmadığını ortaya çıkarmak.
 
-En az iki yıl görev yapması planlanan aracın maliyeti 2,5 milyar dolar.
 
-Aracın üzerindeki plütonyum-238 jeneratörleri, Curiosity’e 14 yıl yetecek elektrik ve ısı sağlayabilir.
 
-75 kg bilimsel donanım taşıyan araç, bugüne kadar Mars’ta görev yapan keşif araçlarını bu alanda 10’a katlıyor.
 
-Curiosity, yüzeydeki kaya ve taşların yüzeylerini incelemesini sağlayacak fırça ve sondaj makinelerine de sahip.
 
-Curiosity’nin ilk amacı, organik (korbon zengini) materyaller bulmak.
Kaynak : Milliyet

Arzın Merkezine Seyahat Nasıl Olurdu?


Eğer dünyanın merkezinden geçen ve öbür tarafa açılan bir kuyu kazabilseydik ve de bu kuyunun ağzından içeri atlasaydık ne olurdu?
 
Kesin olan bir şey var ki, dünyanın merkezine ulaştığımızda, erimiş magma içinde eriyip yok olacaktık. Biz yine de magmayı ve hava sürtünmesini unutup, bu boş kuyuda yapacağımız yolculuk nasıl olurdu, ona bakalım.
 
Dünyanın merkezine ulaştığımızda ağırlığımız sıfırlanırdı. İnsanı dünyanın merkezine çeken yer çekimi bu noktada her yönde aynı olduğundan, ağırlığımız sıfır olur, ama ilk hızla merkezi geçer öbür uca doğru seyahate devam ederdik.

Kuyudan atladığımızda süratimiz gittikçe artar, merkezi geçtikten sonra gittikçe yavaşlamaya başlar, kuyunun öbür ucunda, yani başladığımız noktadan yaklaşık 13.000 kilometre sonra hızımız sıfırlanır, kuyunun kenarına iyi tutunamazsak, gerisin geriye düşer ve bu hareket kuyunun iki ucu arasında sonsuza kadar devam ederdi.
 
Ama unutmayalım ki, başlangıçta hava sürtünmesini hesaba katmadığımızı söylemiştik. Sürtünme nedeni ile her seferinde merkezden daha az uzaklaşır ve sonunda merkezde hareketsiz kalırdık. Siz, siz olun, her gördüğünüz kuyunun içine atlamayın!


Floresan Lambalar Neden daha Ekonomiktir?


Floresan lambalar ilk olarak 1939 yılında, NevvYork Dünya Fuarı'nda 'General Electric' tarafından sergilendi.

Amerikan evlerinin elektrikle aydınlatılmasından yaklaşık 60 sene sonra ortaya çıkan floresan lambanın bilinen ampul ile savaşı günümüze kadar sürdü.
 
Aynı evin içinde banyoda yumuşak ışığı ile floresan galip gelebilirken, yatak odasında mücadeleyi romantik ışığı ile ampul kazandı. Uzun mücadele sonunda zafer floresanın oldu. Bunun esas sebebi ise evlerdeki tercihin değişmesi değil, elektrik giderlerinin azaltılması gereken yoğun yaşamın olduğu işyerleri ve okullardı.

18 Watt'lık bir floresan lamba, 75 Watt'lık bir ampul kadar ışık verebilir. Yani floresanlar daha az enerji harcayıp, daha çok ışık verirler, yaklaşık yüzde 75 enerji tasarrufu sağlarlar. Piyasa satış fiyatları daha yüksektir ama en az on misli daha uzun ömre sahiptirler. Işık tek bir noktadan değil de tüpün her tarafından geldiği için daha fazla dağılır. Mavimsi ışıkları daha yumuşaktır ve gözleri yormaz.
 
Floresan lambalarda, elektrik düğmesine basıldığında, trans-formerden geçen elektrik, tüpün bir ucundaki elektrottan diğerine bir ark oluşturur. Bu arkın enerjisi tüpün içindeki cıvayı bu-harlaştırır. Bu buhar elektrik yüklenerek gözle görülmeyen ült-raviyole ışınları saçmaya başlar. Bu ışınlar da tüpün iç yüzeyine kaplanmış olan fosfor tozlarına çarparak görülen parlak ışığı oluşturur.
 
Floresan lambalar ilk açılışları sırasında çok elektrik çekerler. Halbuki bu miktarda enerjiyi bir saatlik açık durumda ancak harcarlar. Ayrıca çok sık açıp kapama ile ömürleri de kısalır. Örneğin tipik bir floresan lamba devamlı açık bırakıldığında 50.000 saat çalışabilir. Üç saatlik aralarla kapanıp açıldığında ömrü 20.000 saate düşer. Sonuç olarak floresan lambaları bir saat sonra açacaksanız hiç kapatmamanız daha ekonomik olabilir. Normal ampullerde açıp kapamanın ciddi bir etkisi yoktur.

Bazı insanların floresan tipi ışıklara duyarlıkları vardır. Aslında ayırt edemeyiz ama floresanın ültraviyole içeren arkı saniyede 120 kez çakar. Işığın bu frekansı bazı insanlarda migren denilen baş ağrıları yaratabilir. Bu titreşimleri lambaya doğrudan baktığınızda göremezsiniz ama gözünüzün köşesinden baktığınızda görebilirsiniz.
 
Evlerdeki çiçekler genellikle yeşil yapraklı olup, ışığın kırmızı ve mavi kısmını absorbe ederler. Mavi onlar için özellikle önemlidir. Ampul ışığında mavi renk çok azdır. Bu nedenle evdeki çiçekler için floresan lambalar daha faydalıdır.