Gökyüzü Neden Mavidir?


Bu işin daha ilginç bir yanı var. Güneşin ışığı ne renktir, hiç düşündünüz mü?
Çoğunuzun sarı diyeceğine eminim. Güneş ışığı beyazdır, yani bir renk değildir, bütün renklerin karışımıdır.


Bunun ispatı ise çok kolaydır. Eğer evinizde kristal bir avize varsa, bir parçasını annenize belli etmeden alın ve güneşe doğru tutun. Kristalin ışığı kırarak aynı gökkuşağının renkleri gibi ayrıştırdığını göreceksiniz.

Bilindiği gibi, güneşin beyaz ışığı aslında mor, mavi, yeşil, sarı, turuncu ve kırmızı renklerin karışımıdır. Güneşten çıkarak atmosferimize kadar yol alan güneş ışınlarının çoğunluğu teğet geçerken, bir kısmı atmosferimiz tarafından emilir.

Bu ışık atmosferden geçerken mor tarafındaki ışıklar, kırmızı tarafındakine göre daha fazla dağılırlar ve atmosferde çoğunlukla mavi renk kırılarak yeryüzüne yansıtılır. Bu durumda biz gökyüzünü mavi renkte görürken, güneşi de beyaz-sarı karışımı bir renkte görürüz.

Atmosferimiz olmasaydı, güneşi yine parlak bembeyaz renkte görecek ancak bütün gökyüzü geceleri olduğu gibi karanlık olacak, güneşle beraber diğer yıldızlar da görünüyor olacaktı.

Peki aslında beyaz renk olan güneş ışınları yukarıda bahsedilenler nedeniyle sarı renk görülüyor da, güneş ufka yaklaşıp batarken nasıl turuncu, hatta kıpkırmızı bir renk alabiliyor?

Güneş ufukta alçaldığı zaman, açısı nedeni ile gözümüze ulaştığı mesafe de uzadığından, ışınları ona bakanlara daha çok yol kat ederek ulaşır. Bu, ışınların havada daha çok molekül ve parçacık arasından geçmesi, onlar tarafından daha çok yansıtılması ve dağıtılması demektir.

Böylece güneş ufukta alçalmaya, batma noktasına doğru gelmeye başlayınca, o anda tepesinde bulunduğu yerlerde kırmızı dışındaki renkler atmosfer tarafından emildiği için gökyüzü mavi, güneş san renkte görüldüğü halde, güneşi ufukta görenlere kırmızı ve biraz da turuncu renkler ulaşır.

Kuşlar Neden 'V' Şeklinde Uçuyorlar?


Sadece kazlar değil, martılar, pelikanlar gibi büyük su kuşları da filo olarak toplu halde giderken 'V' şekli oluşturarak uçarlar. 

Bunun nedeni ile ilgili kesin olmayan, tartışmaya açık çeşitli görüşler vardır. Biz bunlardan en çok rağbet gören ikisinden bahsedelim.
 
Birinci görüşe göre, sürünün 'V şeklinde uçmasının amacı enerji tasarrufudur. Bu uçuş şekli ile öncelikle en öndeki kuş, bir arkadaki kuşa gelecek rüzgarı ve hava direncini engeller ve daha az enerji sarf etmesini sağlar.
 
Bunun bir başka örneği de bisiklet takım yarışlarında birbiri arkasına saklanarak giden ve sık sık en öndekini değiştiren yarışmacılarda da görülür. Araba yarışlarında da arkadaki araba öndekine mümkün olduğunca yaklaşarak, onun kestiği rüzgar ve hava akımının avantajı ile daha az yakıt harcamayı amaçlar. Bu şekilde uçan kuşlarda da sık sık en öndeki liderin değiştiği ileri sürülmektedir.

Yine bu görüşe göre, öndeki kuş kanadını çırptığında, kanadının ucunda bir hava boşluğu, yani bir girdap yaratır, arkadaki kuş buraya yükselen havayı kanatlarının altında bularak ve daha az enerji sarf ederek yüksekliğini muhafaza eder. Bu kuşun hareketinden de bir arkadaki kuş faydalanır. Bu uçuş şeklinin daha ziyade büyük kuşlarda görülmesinin nedeni de bunların büyük kanatlan ile yarattıkları hava hareketinin büyüklüğü ve arkadaki kuşun işine yarayabilmesıdir.
 
70'li yıllarda yapılan bir araştırma sonucunda, 25 kuşluk bir filonun bu şekilde uçarak, uçuş mesafesini yüzde 75 artırabildi-ği ileri sürülmüştür. Ancak bu teoriye göre her kuşun öndeki ile aynı mesafe ve açıda uçması ve senkronize yani eş zamanlı kanat çırpması gerekir ki, bu, gerçekte mümkün değildir.
 
ikinci bir görüşe göre ise, kuşların gözleri başlarının yanındadır, dolayısıyla tam önlerini göremezler. Bu uçuş şekli ile sürünün fertlerinin birbirini görerek, kaybolmadan bir arada kalması sağlanır. Bu görüşe karşı olanlar ise kuşların geceleri de uçtuklarını, bu nedenle öndeki kuşu görmenin önemli olmadığını zaten sürüyü kuşların bağırışlarının bir arada tuttuğunu ileri sürüyorlar.
 
Çok basit gibi görülen bu olayın bile sebebi tam öğrenilmiş değil, belki de görüşlerin bileşimi, yani hepsi doğru. Kuşlar konuşabilseler de anlatsalar!




Suyun Hacmi, Donunca Neden Küçülmüyor?


Günümüzde ilim o kadar gelişmiştir ki, atomun, çekirdeğinin, çevremizdeki her şeyin, dünyamızın hatta gökyüzündeki yıldızların hareketlerinin şimdiye kadar keşfedilen ve bilinen fizik kuralları ile izahı mümkündür. 

Bildiğimiz her şey fizik kurallarına uyar. Bir şey hariç. Yaşamımızın ayrılmaz bir parçası olan su.

Fizik kurallarına göre bir madde ısıtıldığında genişler, genlesin Soğutulduğunda da büzüşür, yani hacmi azalır. Ancak su bu kurala uymaz, aksine sıfır derecenin altına soğutulduğunda donar ve buz olarak hacmi azalacağına artar. Saf su buza dönüşürken, hacminin yüzde 9'u oranında genişler. Buzda su molekülleri olağanüstü gevşek bir oluşum içinde yer alırlar. Buz, arada deliklerin kaldığı bir yapıya sahiptir.

Bilindiği gibi, bilimsel formülü 'H2O' olan su, iki hidrojen ve bir oksijen atomundan oluşmuştur. Bu iki hidrojen atomu, oksijen atomu ile birleştiklerinde, kendi aralarında 105 derecelik bir açı meydana getirirler. Yapı olarak iki hidrojen atomunu birleştiren başka elementler de vardır ve onlar fizik kurallarına uyarlar. Örneğin aynı yapıdaki 'H2S' eksi 83 derecede donar ve eksi 60 derecede gaz haline geçer. Ancak su hidrojen atomlarının dipol bağlantıları nedeni ile sıfır derecede donar, artı 100 derecede gaz haline geçer, donarken de hacmi küçüleceğine büyür.

İşte bu fizik yasalarına aykırı özellik dünyamızdaki yaşamı sağlar. Eğer buz sudan daha yoğun, yani daha ağır olsaydı, suyun içinde dibe batardı. Soğuk bölgelerde denizlerde, göllerde ve nehirlerdeki dibe batan buzlar, güneş ışığı alamayacaklarından eriyemiyeceklerdi. Böylece yıllar süren birikimlerle her tarafı buzlar kaplayacak ve buzullar devri başlayabilecekti.

Ancak buz, yoğunluğunun azlığı nedeni ile suyun üzerinde kalır. Bu durumda buzlar altlarındaki suların donmalarına engel oldukları için dünyamızdaki ani ısı değişikliklerini de önlerler, gece ve gündüz arasındaki ısı farklarını azaltırlar ve yaz günlerindeki güneş ışığı ile kolayca erirler.

Eğer buz sudan daha ağır olmuş olsaydı, gezegenimizdeki tüm su rezervleri donmuş olurdu. Belki de başlangıçtaki buzul devrinde öyleydi de, tabiat ana kendi koyduğu kurallara aykırı olarak, hidrojen atomlarının arasındaki açıya biraz dokundu, buzun suyun üstünde kalmasını sağladı ve dünyamızı bizim için yaşanır hale getirdi.



İşte Burs Veren Özel Ve Kamu Kuruluşları



2011-2012 öğrenim yılında burs alabilceğiniz kurum, vakıf ve kamu kuruluşları.

Yeni bir öğrenim yılı yaklaşıyor ve öğrencilerin harçlık ve burs ve burs bulma sorunuyla karşı karşıya öğrenciler. İşte sizler için burs alabileceğiniz vakıf, kurum, kuruluş ve kamu kuruluşların adresleri ve şartları. Listelere ulaşmak için aşağıdaki linklere tıklayınız...

Burs ve kredi veren kurum ve kuruluşlar için tıklayınız.

Ay'da çekiç ile tüy aynı anda bırakılırsa, hangisi daha önce yere düşer?



Dünya'da çekiç yere daha önce ulaşır; fakat bunun tek nedeni havanın direnci midir? Bilim insanları Galileo öncesinde dahi bu basit deney üzerinde kafa yorup , denemeler yapmışlar ve hava direnci olmadığında tüm cisimlerin aynı şekilde düşeceğini sezinlemişlerdir. Tarihçelerin çoğu onun bu deneyi halk arasında söylendiği gibi Pizza Kulesi'nde yapmış olduğu konusunda şüpheci davransalar da, Galileo bu ilkeyi kendisi bizzat test etmiş ve farklı kütlelere sahip iki ağır topun yere aynı anda vardıklarını kayıtlara geçirmiştir. Havasız bir yer olduğundan uydumuz Ay eşdeğerlik ilkesini sınayabilmek için uygun bir yerdir. Apollo 15 astronotu David Scott tam da bu nedenle 1971 yılında yapılan sefer sırasında bir çekiç ve bir tüyü aynı anda Ay yüzeyine doğru bıraktı. Galileo ve Einstein'ın da tahmin ettiği ve beklendiği üzere hem çekiç hem de tüy Ay yüzeyine aynı anda ulaştı. Bu örnekte sergilenen eşdeğerlik ilkesi, bir cismin kütleçekimi nedeniyle maruz kaldığı ivmenin o cismin kütlesine, yoğunluğuna, bileşimine, rengine, biçimine veya herhangi başka bir özelliğine bağlı olmadığını belirtir. Eşdeğerlik ilkesi modern fizik açısından o kadar önemlidir ki; derinliği ve sınırları halen tartışılmakta olup, bugün bile sınanmaktadır.

George Dantzig anlatıyor


Berkeley’de California Üniversitesi Matematik Bölümü Öğrencisiydim. Her zaman ki gibi sınıfa geç girdim ve tahtadaki iki soruyu ev ödevi sanarak defterime geçirdim. O akşam, soruların üzerinde çalışırken bunun profesörün verdiği en zor ödev olduğunu düşündüm. Her gece, başaramasam da sırasıyla her iki problemin üzerinde saatlerce çalıştım. Birkaç saat sonra beynimde bir şimşek çaktı ve her iki problemi birden çözdüm. Ertesi gün cevapları okula götürdüm. Profesör, masanın üzerine bırakmamı söyledi. Masanın üzerinde kâğıttan bir tepe oluşmuştu. Benim kâğıdımın bunların arasında kaynayacağını düşünüp bir sıraya üzgünce oturdum. Altı hafta sonra bir Pazar sabahı kapının vurulmasıyla uyandım. Kapıda profesörü görünce dondum kaldım. “George! George!” diye bağırıyordu.’Problemi çözmüşsün’ dedi. ‘Tabi ki!’ diye cevap verdim. “Çözmem gerekmiyor muydu?” diye sordum.Profesör, tahtaya yazılmış olan o iki problemin ev ödevi olmadığını, dünyanın önde gelen matematikçilerinin şimdiye kadar çözememiş oldukları iki ünlü problem olduğunu açıkladı. Birisi bana onların, iki ünlü çözülememiş iki problem olduğunu söyleseydi, sanırım onları çözmeyi denemezdim bile.

GÜNEŞ PİLLERİ VE DİĞER ALTERNATİF KAYNAK ARAYIŞLARI


Güneş panellerinden elektrik elde etmek için artık güneşe ihtiyacımız yok! Bilim adamları, karanlıkta bile elektrik üretebilecek, ticari kullanıma uygun güneş hücresi ürettiler!

ABD Enerji Departmanı’na bağlı olarak faaliyet gösteren Lawrence Berkeley Ulusal Laboratuvarı’nda çalışan bir grup bilim adamı, güneş ışığı spektrumunun tümünde elektrik üretebilecek yüksek verimli yeni bir güneş hücresi teknolojisi geliştirdiler. Bu yeni teknoloji sayesinde karanlıkta bile elektrik üretebilecek bu yeni güneş hücreleri ticari olarak uygun bir maliyetle üretilebilecek.

Klasik bir güneş hücresi tek bir çeşit yarı iletken kullanır, böylece güneşin yaydığı ışınımın sadece görünür kısmında işe yarar. Yeni tam spektrumlu güneş hücresi ise farklı yarı iletken katmanları kullanarak farklı dalga boylarındaki ışınımda da çalışabiliyor. Aslında işin püf noktası, güneş hücresinde kullanılan galyum arsenit bileşiğindeki bazı arsenik atomlarını nitrojen atomları ile 
değiştirerek galyum arsenit nitrit bileşiği elde etmek. Böylece orta seviyede bir enerji bandı oluşturuluyor. Bu enerji bandı sayesinde yarı iletken madde, düşük enerji seviyesindeki dalga boylarına karşı da duyarlı hale geliyor.

Daha önceki denemelerde farklı yarı iletken bileşikler kullanılarak tam spektruma sahip güneş hücreleri elde edilmişti ancak bunların üretim maliyeti oldukça yüksekti. Yeni teknolojinin en büyük avantajı ise galyum arsenit nitrit bileşiğinin, güneş hücresinde kullanılan galyum arsenit bileşiğine çok benzer olması, böylece normal üretim koşullarında maliyetler yaklaşık olarak aynı seviyelerde kalıyor.

Bu yeni teknolojinin yaygınlaşması sayesinde yakında karanlıkta bile elektrik elde edebileceğiz.