2012’in en iyi icatlarından biri


Hollandalı sanatçı ve bilim insanı Berndnaut Smilde, sis makinesini kullanarak kapalı alanda bulut oluşturmayı sağlayan bir yöntem geliştirdi.


Gerçeğinden hiçbir farklı olmayan bulutlar, bir gün oturma odanızda belirebilir. Hollandalı mucit  Smilde’nin geliştirdiği yöntem, havadaki nemi, ışığı ve ısıyı ayarlayarak kapalı alanda bulut oluşturmayı sağlıyor.
Time dergisinin, ‘2012’nin en iyi icatları’ listesinde yer verdiği buluş, ortaya sadece birkaç dakika ömrü olan bir bulut çıkarsa da oldukça etkileyici bir manzara oluşuyor.
Hollandalı mucit bulutlarını koridor veya yatak odası gibi farklı ortamlarda ortaya çıkarabiliyor.

Solar panel yerine solar enerji hunisi



Bilim insanları, güneş ışınlarının saçtığı enerjinin büyük kısmını toplayamadığını belirttikleri solar paneller yerine, daha fazla ışın toplayabilecek bir yöntem üzerinde çalışıyor. Yeni yöntemle, özel bir materyal mikroskobik iğneyle şişlenerek enerji toplamak için kullanılacak.

Mikroskobik iğneyle şişlenecek olan materyal huni şeklini alacak (Büyütmek için tıklayın).

Silikondan yapılan solar hücrelerin güneş ışınlarındaki enerjinin büyük kısmını kaçırdığını ifade eden ABD’li ve Çinli bilim insanları, metaryallerin sadece bir molekül kalınlığındaki tabakası üzerinde oynayarak, materyalin daha fazla güneş ışığını yakalayacak şekilde moküler yapısını değiştirebileceklerini belirtti.
ABD’nin MIT (Massachusetts Institute of Technology) ve Çin’in Peking ile Xi’an Jiaotong Üniversiteleri tarafından yürütülen araştırmaya göre, her renkteki güneş ışınlarını yakalamak ve enerji için depolamak mümkün.
Kristal silikondan yapılan geleneksel solar paneller, görünür ışığın en uzun dalgaboyuna sahip olan kırmızıya oldukça hassas.  Kristal yapıya sahip olmayan silikon ise mavi aralığındaki dalgaboylarına ait ışınlara hassaslığıyla biliniyor.
MİKROSKOBİK İĞNEYLE ŞİŞMELE YÖNTEMİ
Araştırmacılar, Güneş’in en güçlü dalgaboylarının tayfın yeşil kısmında yer aldığına dikkat çekti. Yeşil ışığın dalgaboyundan saçılan fotonlar, solar panellerin içindeki atomlara çarpıyor ve elektronlarla etkileşime girerek elektrik ortaya çıkarıyor. Eğer solar paneller Güneş’ten saçılan daha fazla rengi yakalayabilirse, daha fazla elektrik üretecek ve daha etkin olacaklar.
Nature Photonics dergisinde yayımlanan araştırmada, MIT profesörü Ji Lu ve meslektaşları, güneş ışınlarından daha fazla enerji toplayabilmek adına ‘her ince metaryal tabakasını bir solar enerji hunisine' çevirmeyi önerdi.
Araştırmacıların kullanmayı öne sürdüğü materyal molibden disülfür. Bugüne kadar solar panellerde kullanılmayan molibden disülfür, transistörler için yıllardır bir yarı iletken olarak deneniyor. Aynı zamanda ‘ultra güçlü materyaller’ sınıfında yer alan molibden disülfür, çok uzun süre kırılmadan belli bir şekle sokulabiliyor.
Uygulanması düşünülen teknikte, molibden disülfür, mikroskobik bir iğneyle ‘şişlenecek.’ İğnenin basıncı, materyalin huni benzeri bir yapıya girmesini sağlayacak ve merkezine doğru yoğunluğu artıracak.
TEK BİR NOKTADA DAHA FAZLA ENERJİ
Molibden disülfür, silikon gibi güneş ışınına maruz kaldığı zaman elektron saçıyor. Materyali bir huni şekline sokarak, köşelerinden merkezine kadar atomik yapısını değiştirmeyi ve güneş ışığının farklı dalgaboylarındaki fotonlara tepki verecek bir hale gelmesini sağlamak istiyor.
Düşünülen teknik başarılı olursa, tek bir materyal tabakası Güneş’ten daha fazla enerji elde edilebileceğini gösteriyor. Dahası, huni şeklini alacak materyalin dibinde elektrostatik kuvvet etkisiyle toplanacak olan yüklü parçacıklar, tabakanın yüzeyinerasgele dağılmak yerine daha fazla enerji sunacak bir yoğunluk oluşturacak.
IBM ve Intel’in geçmişte esnek yüzeyler üzerinde yaptığı deneylere benzer olarak yürütülen araştırmada, henüz düşünülen tekniğin geçerli olduğu gösteren bir sonuç elde edilmedi.

kaynak: ntvmsnbc

Saatte 500 km hızla ilerleyecek

Japonlar, dünyanın en hızlı trenini geliştirmek için kolları sıvadı. Japonya Merkez Demiryolları şirketi tarafından geliştirilecek olan hızlı tren saatte 500 km hıza ulaşacak.


ntvmsnbc

Japonya, dünyanın en hızlı trenini geliştirmeyi amaçlayan projesini açıkladı. Manyetik levitasyon treni (Magnev) sınıfı olaracak tren, saatte tam 500 km hız yapabilecek. Japonya’nın başkenti Tokyo ile Nagoya kenti arasındaki 350 km’lik mesafeyi sadece 40 dakikaya indirecek olan trenin hizmete gireceği yıl ise 2027.
Her ne kadar geç hizmete girecek olsa da, Maglev serisi L0 modeli olarak sunulacak tren, manyetik raylı trenlerin geleceği noktayı temsil etmesi adına çok önemli bir proje olarak kabul ediliyor. 1970’lerde geliştirilen Magnev teknolojisi, trenin raylar üzerinde temas etmeden ilerlemesini sağlıyor. Kısaca, havada ilerleyen tren sürtünme sıfıra indiği için çok daha uzun mesafelere çok daha hızlı bir şekilde ulaşabiliyor.
Dünyanın en hızlı treni unvanı, her ne kadar hizmete girmese de Çin’in CRS şirketi tarafından geliştirilen trene ait. Altı vagona sahip olan ve bıçağa benzeyen tasarımıyla aerodinamik özelliğini artıran tren, hafif plastik, magnezyum alaşım ve karbon fiberden yapıldı.
22.800 kW enerji kullanan tren, Aralık 2011’de yapılan testte 500 km hıza ulaştı. Öncesinde, dünuanın en hızlı treni rekoru Çin Yüksek Hızlı Demiryolları’nın işlettiği trene aitti. Yolcu treni saatte 300 km hız yapabiliyor. Trenin kullandığı enerji ise 9.600 kW.
Japonların yeni nesil Magnev treninin 14 vagonu olması ve bin yolcu taşıması planlanıyor. Şu an için sorulan en önemli soru, mermi gibi gidecek trenlerin bilet fiyatının ne kadar olacağı.

Türk bilim insanından ''1,9 milyar yıllık'' keşif

Kanada Windsor Üniversitesi Bilim Fakültesi Yer ve Çevre Bilimleri Bölümü Öğretim Üyesi Prof. Dr. Ali Polat, Kanada Superior Gölü çevresinde 1,9 milyar yıl yaşında toprak bulduklarını bildirdi.


Elazığlı yer bilimci Polat, Kanada'da Superior Gölü'nün kuzeyinde yer alan Schreiber-Hemlo bölgesinde yeşil kayaç kuşağı üzerinde uzun zamandır jeolojik çalışmalar yaptığını bildirdi.
Bu bölgeye 2007 yılında yaptığı bir gezi sırasında yaklaşık 1,9 milyar yıl yaşında bir uyumsuzluk düzlemi ve bu düzlemin altında yer alan kırmızı renkli kayaçlar tespit ettiğini anlatan Polat, bu kırmızı kayaçların eski bir toprak parçası olabileceğinden şüphelenerek, ayrıntılı bir arazi çalışması yaptığını belirtti.
Polat, bölgeden çok sayıda örnek topladığını, 2008 yılında ise tekrar bölgeye giderek yeni örnekler aldığını aktardı.
Örneklerde yaklaşık 5 yıl süren uzun incelemeler sonucu kırmızı renkli kayaçların 1,9 milyar yıl yaşında eski toprak olduğunun belirlendiğini ifade eden Polat, şu bilgileri verdi:
''Bugüne kadar daha yaşlı topraklar dünyanın çeşitli yerlerinde bulunmuş. Ancak bizim bulduğumuz 1,9 milyar yaşındaki toprak, Kanada'da Superior Gölü çevresinde bulunmuş demirce zengin en yaşlı toprak. Bulduğumuz toprak, dünya atmosferinin kimyasal evrimi hakkında çok önemli bir veri kaynağını oluşturmaktadır. Bu toprakta yapılacak yeni incelemelerle dünyanın 1,9 milyar yıl önceki atmosferi ve iklimi hakkında önemli bilgiler edinilebilir. Toprak, taşıdığı özelliklerle 1,9 milyar yıl önce de atmosferde önemli miktarda serbest oksijen bulunduğunu gösteriyor. Atmosferdeki serbest oksijen miktarı 2,2 milyar yıl öncesinde yok denecek kadar azdı. Bu nedenle oksijene bağlı karasal yaşam yoktu. Atmosferdeki oksijen miktarı 2,2 milyar yıl önce artmaya başlamıştır. Bizim bulduğumuz topraklardaki demir oksitler, atmosferdeki oksijenin 1.9 milyar yıl önce önemli miktarda artış yaptığını göstermektedir.''
Prof. Dr. Polat, toprağın bileşiminden Ekvatora yakın bir bölgede oluştuğunu, jeolojik olaylarla binlerce kilometre kuzeye taşındığını belirlediklerini kaydetti.
BİLİNEN EN YAŞLI TOPRAK 3 MİLYAR YIL YAŞINDADünyanın bilinen en yaşlı toprağının yaklaşık 3 milyar yıl yaşında olduğunu ve Güney Afrika'da bulunduğunu da aktaran Prof. Dr. Polat, Kanada'daki bilinen en yaşlı toprakların ise 2,45 milyar yıl yaşında olduğunu açıkladı.
Demir oksit bakımından zengin olmayan bu topraklar nedeniyle 2,45 milyar yıl öncesine kadar karasal yaşama imkan sağlayacak serbest oksijen miktarının atmosferde olmadığının öngörüldüğünü dile getiren Polat, Güney Afrika'da bulunan 2,25 milyar yıl yaşındaki ''Hekpoort'' topraklarının ise demir oksitce zengin olmaları nedeniyle bu dönemde atmosferde serbest okjinenin birikmeye başladığını gösterdiğini belirtti.
Polat, yaptığı çalışmanın Chemical Geology dergisinin Ekim 2012 sayısında yayınlanarak bilim literatürüne girdiğini bildirdi.
AA

Çöpten elektrik 20 bin konutu aydınlatıyor

Adana'nın merkez ilçesi Sarıçam'da iki yıl önce kurulan tesiste, çöplerin ayrıştırılarak çürütülmesi sonucu elde edilen metan gazından üretilen enerjiyle yaklaşık 20 bin konuta elektrik sağlanıyor.


Bütün kentin çöpünün toplandığı, yıllarca kötü bir görünüm ve kokuya neden olan alanda kurulan tesis sayesinde ''Sofulu çöplüğü'' olarak bilinen alan, ''Geri dönüşüm sahasına'' dönüştü.
Bu sayede deponi gazının biriktiği katı atık depolama alanlarındaki kötü koku, patlama riski, atmosfere sera gazı salınımı gibi çeşitli tehlikeler ortadan kaldırılarak yerine, Adana Entegre Katı Atık Projesi kapsamında mevcut atık sahasının ıslahı yapıldı ve deponi gazından enerji üretimine başlandı.
Invest Trading ve Consulting AG Adana Entegre Katı Atık Projesi Müdürü Cevdet Kurtay, belediyeler tarafından günlük toplanan bin 500 ton çöpün tesise kamyonlarla taşındığını, kantarda ağırlığı ölçüldükten sonra boşaltıldığını kaydetti.
Islah edilen alanlarda metan gazının patlama riskinin ortadan kaldırılarak, söz konusu gazdan enerji üretildiğini ve böylece karbondioksit emisyonunun azaltıldığını anlatan Kurtay, alternatif enerji kaynakları kullanılarak enerji arzı yaratılmasının Türkiye enerji ekonomisini doğrudan etkilediğini ifade etti.
ORGANİK ÇÖPLER ENERJİYE, OLMAYANLAR GERİ DÖNÜŞÜME

Çöpten enerji üretmenin titiz bir çalışma olduğunu, çöplerin boşaltıldıktan sonra ilk olarak ayrıştırma bantlarına alındığını belirten Kurtay, şu bilgileri verdi:
''Ayrıştırma bandında ilk olarak organik olan ve olmayan çöpleri ayırıyoruz. Organik olmayan ambalaj atıklarını sözleşmeli çalıştığımız lisanslı geri dönüşüm merkezlerine teslim ediyoruz. Gıda gibi organik atıkları çürütme tankında çürütüyoruz ve elde ettiğimiz metan gazını önce balona, ardından gazla çalıştırılan elektrik motorlarına göndererek elektrik üretimini gerçekleştiriyoruz.''  
Birçok ilde boş alanlara dökülerek kötü bir görünüme sebep olan çöpleri geri dönüştürerek hem ekonomiye hem çevreye büyük katkı sağladıklarını vurgulayan, Kurtay, ''Yaklaşık 10 megawatt/saat civarında bu metan gazından elektrik üretiyoruz. Bu ürettiğimiz elektriği Sarıçam ilçesinde yaklaşık 20 bin konuta dağıtıyoruz'' dedi.
Tesisin ayrıştırma bölümünde yaklaşık 100 kişi çalıştırdıklarını ve bu kişilerin de tesis kurulmadan önce çöplükte topladığı çöplerle hayatını sürdürmeye çalışanlardan oluştuğunu ifade eden Kurtay, tesisin etrafına da 30 bine yakın fidan diktiklerini ve büyük bir bahçe oluşturarak, bölgeyi çöplük havasından kurtarıp modern bir tesis haline getirdiklerini sözlerine ekledi.
AA

Mimar Sinan'ın 469 Yıllık Sırrı

mimar sinan
Mimar Sinan, Şehzadebaşı Camii'ni restore edemeyen mimarlara, cam şişede bıraktığı mektubuyla yol gösterdi. Büyük ustanın sırları 469 yıl sonra anlaşıldı.

Büyük ustanın 1543 yılında yaptığı İstanbul'daki Şehzadebaşı Camii'nin 1990'lı yıllardaki restorasyonunda yaşananlar, tüm dünyayı şoke etti.Mimar Sinan'ın 'çıraklık eserim' dediği Şehzadebaşı Camii'sinin zed

elenen kemerleri için restorasyon çalışmaları başlatıldı.Camiinin kemerlerindeki sorun, çok sayıda mimarı bir araya getirdi. Mimarlar restore konusunda karar veremedi. Ortaya birçok fikir atıldı ama hiçbiri kabul edilmedi

Mimarlardan biri incelemeler sırasında caminin kemerlerinde bir oyuk fark etti. Bu oyuktan çıkan cam şişede gizlenmiş mektup, inanılmaz gerçeği gün yüzüne çıkardı.Mektubun Mimar Sinan tarafından yazıldığı anlaşıldı.Büyük usta mektubunda, "Bu notu bulduğunuza göre kemerlerden birinin kilit taşı aşındı ve nasıl değiştireceğinizi bilmiyorsunuz" diyordu.Mektubun devamında kemerin nasıl onarılacağını anlatan Mimar Sinan, 469 yıl sonrasına da ışık tutmuş oldu. Kemerin onarımı mektuptaki gibi yapıldı. Şehzadebaşı Camii ile birlikte büyük ustanın birçok eserlerinde de mektuplar bırakarak yol gösterdiği anlaşıldı.

Süleymaniye Camii'nin restorasyonunda da Şehzadebaşı Camii'nde olduğu gibi Mimar Sinan'dan not bulundu. Bir oyuktan çıkan notta, büyük usta şöyle diyordu: "Her kim bu taş eskidiğinde yenisiyle değiştirmek isterse, eski taşın yerine takılacak yeni kilit taşının iki tarafından yağlı iple taşı bir taraftan sokup öteki taraftan çeksin. Sonra ipin dışarıda kalan kısımlarını kessin." Süleymaniye Camii'sini kurtaran bu mektup şu anda Topkapı Sarayı'nda saklanıyor.

1950-1960 yılları arasında inşaat mühendisi, mimar ve jeofizikçilerden oluşan bir Japon heyeti Sultanahmet Camii ve Süleymaniye Camii ile yakından ilgilendi. Mimar Sinan'ın camileri gevşek zemin üzerine inşa edildiğini gören heyet, camilerde bir çatlak dahi olmamasına akıl sır erdiremedi. Camilerin sabitlenmediği, yerinde oynayarak yıkılmaktan kurtulduğu anlaşıldı. Minarelerin de raylı sistem üzerine oturtulduğu ve her yöne yaklaşık 5 derece yatabildiği ortaya çıktı.

Selimiye Camii'ne gidenler bir gün kubbenin altında sırtüstü yatan Japon turist görmüşler. "Burası kutsal bir yer. Oturun veya ayakta durun" diyerek uyarmışlar. Ancak, Japon trans vaziyetteymiş, gözlerini kubbeden ayırmadan şöyle sayıklıyormuş; "Bu imkansız. Ben yılların mühendisiyim. Bu kubbe var olamaz. Kubbenin o şekilde durması fizik kurallarına aykırı..."

Kuantum Teorisi

Kuantum teorisi, atomik olaylardaki enerjiyi açıklamaya yarayan bir fizik teorisidir. Kuantum kelimesi yalnız başına kullanıldığında bir sistemin değiştirebileceği enerjinin küçük bir kısmı anlamına gelir. Mesela foton, elektromanyetik radyasyon kuantumudur. Kuantum teorisi enerjinin devamlı olmadığını ve seviyelere sahip olduğunu, bu seviyelerin küçük kademeler halinde değişebileceğini matematik ifadelerle açıklar.


Mesela; bir atomda elektronların çekirdek etrafında kendi yörüngelerindeki hareketleri, siyah cismin küçük miktarlar halinde ısı yayması(Max Planck'ın siyah cismin radyasyonunu buluşu), fotonun elektromanyetik radyasyonu (Bohr teorisi), fotoelektrik olayı, atom spektrumu (tayfı) kuantum teorisi ile izah edilebilir. Kuantum teorisi üzerine yapılan çalışmalar şunlardır:
Plank'ın radyasyon teorisi:
1901 senesinde Alman fizikçisi bir cismin ufak bir oyuğundan yaydığı ısı enerjisinin frekans dağılımını (radyasyonunu), ışığın elektromanyetik teorisine benzeterek, cisme ait en küçük parçalarının titreşimler yaparak yaydığı enerjisine benzetmiş ve matematik olarak bunu ifade etmiştir. Yaptığı hesaplardan, bu titreşimlerin genliklerinin sınırlı olması gerektiğini anladı. Mesela bir salınımın veya titreşimin genliği 1 m veya 2 m olabilmekteydi, arada bir değer alamamaktaydı. Bunun sonucu olarak, sadece belirli genlikteki salınımlara müsaade edildiğinden dolayı, enerji artık düzgün bir şekilde alınamamaktaydı veya yayılamamaktaydı. Böylece işlem sarsıntılı olarak, müsaade edilen bir genlikten diğer genliğe sıçrayarak ortaya çıkacaktı. Böyle bir sıçramayı ortaya çıkarmak için gerekli olan enerji miktarını bir kuantumluk enerji olarak isimlendirdi. Ayrıca bir kuantumluk enerjinin, salınımın frekansı ile, Planck sabiti denen sabit bir sayının çarpımına eşit olduğunu kabul etti. Bu sabite h=6,62·10-27 erg. saniye şeklinde çok küçük bir değer olduğu için sıçramalar da çok düşüktür.
Bu kabuller o kadar değişiktir ki, Planck bile geçerliliğinden şüpheye düştü. Ancak 1905'te Albert Einstein, önemli bir adım atarak, bunları ciddi bir şekilde inceledi. Işığın kendisinin kuantumların birleşmesinden meydana gelen taneciklerden ibaret olduğunun kabul edilmesi gerektiğine işaret etti. Yoksa, teoride bir dengesizlik ortaya çıkmaktaydı. Şimdi bu taneciklere foton denilmektedir ve bunların enerjileri, frekansları ile Planck sabitinin çarpımına eşittir. E=h·f. Bu kabul, metalik bir yüzeye ışığın çarpmasıyla bu yüzeyden elektronların koparılması olayını açıklayarak pekiştirdi. Buna fotoelektrik olayı denilir.
Dalga ve parçacık teorisi:
On yedinci yüzyılda Isaac Newton, ışığın parçacıklardan meydana geldiğini kabul etmiş ve bir geometrik optik geliştirmişti. Ancak daha sonra meydana gelen gelişmeler ve ışığın hızının diğer şeffaf cisimlerde ölçülmesi, James Clerk Maxwell'in geliştirdiği elektromağnetik dalga teorisinin kabulünü zorlamıştı. Ancak Einstein'in çalışmasıyla parçacık teorisi canlanmış ve dalga teorisiyle rekabet eder duruma gelmiş oldu.
Atom spektrumu (tayfı)
1993'te Danimarkalı Niels Bohr kuantum fikrini, klasik teorilerin o zamana kadar açıklayamadığı, atom spektrumu teorisine tatbik ederek önemli bir adım attı. İngiliz Ernest Rutherford'un yaptığı deneylerden, atomun minyatür güneş sistemi gibi, ortasında pozitif yüklü bir çekirdek etrafından dönen elektronlardan ibaret olduğu kabulünü getirdi. Ancak atomu tutan elektriksel kuvvetlerin, kütle çekim kuvvetlerinden farklı olduğunu iddia eden Maxwell, elektronların yörüngelerinde kararlı olmayacağını bildirdi. Buna göre elektronlar enerjilerini sürekli frekansa sahib olan ışık şeklinde yayacaklardı. Bu ise atom spektrumunda görülen ayrık frekansları açıklamaktan uzaktı. Hatta atomların kararlı durumu bile açıklanamıyordu.
Bohr klasik teorinin kabullerinden ayrılarak bazan eskiye taban tabana zıt yeni kabuller yaparak işe başladı:
  • Elektronlar kararlı yörüngeye sahiptirler.
  • Yörüngelerinde bulundukça enerji yaymamaktaydılar.
  • Sadece belirli yörüngeler mümkündür. (Aynen Planek belirli salınım genliklerine izin verdiği gibi.)
  • Elektronlar bir yörüngeden diğer yörüngeye sıçrayabilmektedirler. Ancak bu halde meydana gelen enerji farkı, foton yaymak veya almakla karşılanacaktır. Bu fotonun f frekansı da E enerji farkının h Planck sabitine bölünmesiyle elde edilecekti: f = E / h
Bu kabuller şaşırtıcı sonuçlar çıkardı. Bohr, yüksek bir yaklaşımla hidrojen atomunun spektrum frekanslarını hesapladı. Eski ve yeni kabullerin karışımı olan bu teorinin sonuçları artık herkesin dikkatini çekmekteydi.
Bir elektronun hareketinin kuantum sayıları denilen belirli sayılara bağlı olduğu anlaşılmıştı. Kuantum sayıları tam sayılar veya tek sayıların yarılarından ibaretti. Bu sayılar Bohr teorisindeki müsaade edilen yörüngelerle ilgiliydi. Bohr'un teorisiyle atomun içine nüfuz edilmekte olduğu için, bu teorinin önemi büyüktür. Ancak seneler sonra bilim adamları, bunun da açıklayamayacağı olaylarla karşılaştılar. Bunun sonucu olarak iki farklı yönden gelinerek bir modern teori geliştirildi.
Dalga mekaniği:
1923'te Fransız Louis de Broglie, ışığın dalgalar tarafından iletilen fotonlardan ibaret olduğunu iddia etti. Ona göre elektron ve diğer atomik parçacıklar da dalgalarla hareket etmekteydi. Ayrıca iddiasının Bohr'un müsaade edilen yörüngeler kabulüyle de uyuştuğunu gösterdiyse de pek dikkati çekmedi.
Erwin Schrödinger 1925'de bu iddianın dalga kısmını alarak, Newton'un mekaniğine tatbik etti. Bu yeni ortaya çıkan Dalga mekaniği'ne göre elektronlar parçacıklar olarak değil, farazi bir matematiksel uzayda yayılı dalgalar olarak belirmekteydi. Bu kabuller, Planck'ın salınımlarının kuantum davranışlarını, hidrojen atomunun spektrumunu açıklaması ve çok önemli kuantum sayılarını doğrudan doğruya ortaya çıkarması yönünden, ciddiye alındı. Daha sonra yapılan deneyler De Broglie'nin madde dalgalarının mevcudiyetini de göstermiştir
Matris mekaniği:
Werner Heisenberg de 1925'de tamamen farklı bir yol takip ederek, temel fiziksel büyüklükleri düzenli bir şekilde tablolar halinde yazdı. Bunlara matris denildiği için, teorisi de Matris Mekaniği olarak isimlendirildi. Bir parçacığın koordinatını ve momentumunu (kütlesiyle hızının çarpımı) q ve p ile gösterdiğinde p kere q'nün, q kere p olmadığını ve aradaki farkının Planck sabitiyle ilgili olduğunu keşfetti. Bu, günümüzde modern atom teorisinin temel taşlarından birini teşkil etmektedir. Heisenberg'in teorisi görünüşte çok farklı zannedilen Schrödinger'inkiyle aynı sonuçları vermekteydi. Paul Dirac ise, her ikisinin klasik mekaniğe çok benzeyen kuantum mekaniğinin özel bir şekli olduğunu gösterdi.
Belirsizlik prensibi:
Yukarıdaki gelişmeleri anlatan kuantum teorisi bir başarıdan diğerine gitmekteydi. Ancak temelinin fiziksel bakımdan tutarlı olduğunda hala şüpheler mevcuttur. Mesela p momentum ile q koordinatlarının çarpımında eğer q·p çarpımı, p·q çarpımına eşit değilse bu büyüklükler alışılagelen değerler alamamaktaydılar. 1927'de Heisenberg, belirsizlik prensibini ortaya koyarak bu konuda rahatlık sağladı.